İNSANLARIN bir arada yaşamalarının sonucu olarak her toplum, topluluk ve grupta birtakım kuralların bulunması kaçınılmazdır. Bu kuralların toplumdaki bireylerin mutabakatı sonucu ortaya çıkması ve asırlar boyunca uygulanıp denenirken bir nevi filtreden geçip süzülerek günümüze kadar gelmesi, onların kendi içlerinde doğru olduğu sonucunu da beraberinde getirir. Toplumların modernleşip şehirleşme oranının yükselmesiyle bireylerin uymakla yükümlü oldukları kurallar yazılı hale getirilip kanunlarla belirlenirken, özellikle geleneksel unsurları hâlâ taşıyan kırsal bölgelerde sözlü gelenekle nesilden nesile aktarılan âdetler, görenekler ve töreler değişmeye karşı koyabildikleri ölçüde varlıklarını devam ettirebilirler. Hatta bu tür topluluklarda bu kurallara uymamak, dışlanmaya kadar giden ağır cezalara ve yaptırımlara sebep olabilir. Bu açıdan bakıldığında töreler bir çeşit toplumsal ahlak kuralları olarak karşımıza çıkar. “Ahlak” olarak ele alındığında da töreler ortaya çıktıkları dönemdeki mevcut din ile yakından ilişkilendirilebilir. Hatta çoğu zaman ahlaki adap kuralları, temellerini dinden aldığı için zamanla neyin dinin asli unsuru neyin töre olduğu birbirine karıştırılabilir.
Sosyoloji bilimi her toplumda mevcut olan kuralları belirlerken “değer” ve “norm” ayrımı yapmayı onların anlaşılmasında kolaylaştırıcı bir yöntem olarak görür. Buna göre her toplumda iyiyi, güzeli, doğruyu ve adil olanı tanımlayan birtakım soyut ilkeler ya da “değerler” mevcuttur. Sosyal bilimcinin temel vazifelerinden birisi de bu gözle görünmeyen değerleri tespit ederek o toplumu daha iyi anlamaya çalışmaktır. Değerler ise toplum içerisinde kendilerini “norm” dediğimiz davranış biçimleriyle gösterir. Soyut değerler sistemi ve elle tutulup gözle görülür hale gelmiş normlar sayesinde bireylerin birbirlerine bağlandıkları bir sosyal doku ve sosyal bütünleşme sağlanmış olur. Değerler ve normların ortadan kalkması ya da yeterince saygı görmemesi halinde bireyler gündelik hayatlarında nasıl davranmaları gerektiğini, neyin teşvik edildiği ve neyin yasaklandığını, neyin değerli olup neye itibar edilmemesi gerektiğini bilemez hale gelir ki, bu durum sosyolojide anomie olarak tarif edilir.
Türkiye’de genel olarak ülkenin batı kesiminin şehirleşmeye dayalı olarak modernleştiği ve geleneklerinden sıyrılarak yazılı hukuki değerleri benimsediği varsayılıyor. Töre ise daha çok “geri kaldığı” düşünülen Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde geçerliliğini sürdüren, hatta sadece belirli bir etnik kimliğe atfedilen bir olgu olarak ele alınıyor. Böylece Türklerin töresinin olmadığı ve sadece Kürt halkın törelerini devam ettirdiği şeklindeki yanlış görüş gündeme geliyor. Töre, bu topraklarda yaşayan halkın bir arada yaşama kurallarıdır ve belirli bölgelerde adından söz edilmemesi onun yok olup gittiği anlamına gelmez. Belki şehirleşme ve bireyselleşme neticesinde törelerin değiştiği ama yine de bireyleri bağladığı unutulmamalı.
En son Mardin katliamı ile kendi ülkesini ve onun değerlerini tanımayan kesimlerin hadisenin değerlendirilmesinde yaptıkları devasa hatalar “yerli bir dünya görüşü” eksikliğini maalesef en çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Geleneklerine bağlı oldukları düşünülen bazı muhafazakâr gazetelerin bile olayı müteakip -yabancı gazetelerin manşetlerde kelime oyununa başvurmalarını taklit ederek- “Törerizm” başlığını kullanmaları, törenin bir “Kürt sorunu” olduğunu iddia etmeleri, bölge halkını geri kalmış ve cahil olarak göstermeleri, aslında hadisenin vahşet boyutu kadar önem arz ediyor.
Bir toplulukta benimsenmiş ve yerleşik hale gelmiş yaşam biçiminin başkaları tarafından eleştirilmesi ise en azından ve en saf haliyle “kendi doğruları”nı başkalarına dayatmaya çalışma olarak görülmeli. Zira her davranış ve her toplumsal alışkanlık ancak kendi zaman ve coğrafyasında anlaşılıp yorumlanabilir. Eğer bir yörede insanlar asırlardır takip ettikleri kuralların artık değişmesine karar verirlerse, bu ancak onların yerleşik hayat biçiminin değişmesi ve yeni şartlara uyum sağlama çabası olarak görülmeli. Töreler her toplumun bizzat kendi “kolektif aklı”nın ürünü olduğundan ne bireysel akıl ne de başka bir toplumun aklı onları belirleyebilir. Dışarıdan yapılacak müdahaleler ise o insanların davranış biçimini doğrudan etkiler ve yeni kuralların yerleşmeye ve genel kabul görmeye başlamasına kadar bir kargaşa ortamı yaratır. Bu açıdan bakıldığında dış müdahaleler bir “sosyal mühendislik” örneğidir ve kolektif hayata alışmış toplumları modernitenin getirdiği bireyselleşmeye teşvik eder. Dolayısıyla siyasi ideoloji doğrultusunda sivil toplum kuruluşları bölgeye doğrudan müdahale etmek yerine, yöreyi tanımakla işe başlamalı ve eğer bir sorun var ise ancak kendi içinden bir çözüme kavuşturulmalıdır.
Kendi ülkesini ve insanını tanımayan, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana topluma yeni bir kimlik dayatmaya çalışan, hayatı sadece gazete ve televizyonlarda gördükleri ve toplumun sadece kendi çevreleriyle sınırlı olduğuna inanan yabancılaşmış aydınların, toplumun duyarlılıklarını da bilmedikleri için bazı kesimleri küçük görme hastalığı bir defa daha belirginleşti. Antonio Gramsci’nin de belirttiği gibi aydının içine düştüğü en önemli yanlış, toplumu anlamaya ihtiyaç duymadan bilebileceği yanılgısına düşmesidir. Aydın ayrıca kendisini toplumdan ne kadar dışlayabilirse ve toplumun duygularından uzak kalabilirse, onu o derece tanıyıp üst dünyayı onun için belirleyebileceğini sanmaktadır. Aradaki bu duygusal ilişki sadece bürokratik ve resmî bir çerçevede kurulunca da aydın, toplumu ideolojik araçlarla hegemonyacı bir şekilde inşa eden geleneksel aydın olarak kalacaktır. Halbuki eğitimi yeterli olmayan halkın duygu ve düşüncelerine tercüman olabilecek ve en önemlisi onların içinden çıkacak organik ya da düşünür aydın kendi töreleri içinde belki de zamanla işlevini yitirmiş ve yine halkın dinî esas ve prensipleriyle ters düşmüş unsurları değiştirebilecek bir güce sahip olabilir.
Fakat içerisinde bulunduğu tarihsel şartları kavramaktan aciz aydınlar, değişime yön verebilecek imkanları da açıkça göremedikleri için halka bu anlamda yardımcı olmaktan uzaklar. Öte yandan, organik aydınların yetiştirilmesi de eğitimi gerektirdiğinden, tek tip insan yetiştirmeye odaklanmış bir sistemde kendi değerlerine sahip çıkabilen eğitimli insan sayısı da giderek azalıyor. Bu noktada Anadolu insanının yapmış olduğu fedakarlıklarla memleketin en ücra köşelerinde bile kendi kültürüne yabancılaşmayan insanların yetiştirildiği okulların açılması fevkalade önemi haiz bir gelişme. Hem modern tarzda bir eğitim alırken hem de kendi değerlerini küçümsemeden yetişecek yeni nesiller, bu eğitimi almamış kendi halkını bilinçlendirirken aynı zamanda yerel âdet ve alışkanlıkları dış dünya ile mukayese edebilme gücüne de erişecek ve böylece artık zamanı dolmuş kuralların değişimi kendi iç dinamikleriyle başlayacaktır.
Mardin’de yaşanan ve 47 insanımızın hayatına mal olan hunharca saldırının bu ülkenin gelenek, görenek, âdet ve törelerinde olmadığını hadiseden ancak birkaç gün sonra cılız kalan sesleriyle dillendiren organik aydınların varlığı bu ülke için bir umut kaynağı olabilir. Ama gazete köşelerindeki ve televizyon programlarındaki güçlü sesleriyle geleneksel aydınların halkı etkilemedeki tesirleri hâlâ endişe verici boyutta. Geleneklerinden ve halkından kopmuş kesimlerin bölgeye sosyal mühendislik götürmeleri yerine, o coğrafyadan çıkmış aydınların halkı hem törelerine sahip çıkma hem de bozulmuş töresel unsurları düzeltme yolunda bilinçlendirmeleri en doğru çözüm. Zaten “Mardin katliamı” hadisesinin sosyolojik olarak tanımlanamaması, tüm ülke insanı için bir uyarı niteliğinde olup ahlaki bir çözülmenin başladığının ve değerlerini yitirmiş kalabalıkların hiç beklenmeyecek tepkilerde bulunabileceklerinin bir göstergesi. Mevcut kuralların dışarıdan ve körü körüne eleştirilmesi yerine, “Törelerde bu tip davranışlar olmaz” iddialarına karşılık “Nerede yanlış yapıldı?” sorusuna cevap arayıp yozlaşmanın sebepleri üzerinde durulması gerekir.
Paylaş
Tavsiye Et