SON yıllarda sınır üzerine yapılan çalışmalar, sınırların toplumsal olarak inşa edilen olgular olduğu üzerinde durmaktadır. Buna göre sınır, bir isim (noun) olmaktan öte, bir fiil veya yüklem (verb) olarak alınmaktadır. Yani sınır (border) değil, “sınır”lamak (bordering) vardır. Bu çerçevede sınırlar mekanın (space) kontrolü ve düzenlenmesi için kullanılan bir araçtır. Mekanın “düzen”lenmesi ise belli bir kimlik etrafında “ulusal” sınırlar içinde ve dışında kalan alanların tanzimi ve bu iki alanın birbirinden ayrılmasını kapsayan bir toplumsal düzenin inşa edilmesini ifade eder. Dolayısıyla sınır algılamasındaki süreklilik ve değişim, karar alma mekanizmalarını yönlendiren “kurucu” kimliğin; dönemsel sınır algılamaları ise, kimin ve neyin inşa edilmek istenen düzen karşısında “tehdit” ve “engel” olarak algılandığının anlaşılmasıyla mümkündür.
Bu perspektiften Cumhuriyet tarihinde iki önemli kırılma noktasının olduğunu görüyoruz: 1) Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte Kemalist elitin bir imparatorluğun boşalttığı mekana bir ulus-devlet inşa etmesi; 2) AK Parti çatısı altında “muhafazakâr” elitin devletin uluslararası konumu ve sınırlarını yeniden tanımlaması ve düzenlemesi. İki tarihî dönemde de ideal bir düzen inşası adına birbiriyle ilişkili üç noktada bordering yapıldığını görüyoruz: 1) devlet-toplum hattında çizilen sınırlarla içerideki toplumsal düzeni meşrulaştıracak ve destekleyecek bir “millet” inşası; 2) devletin egemenlik alanını belirleyen ve devleti “dışarı”dan ayıran “ulusal” sınırların tanımlanması; 3) sınırların ötesinde nasıl bir uluslararası konum alınacağının ve etkinlik alanının çapının tespit edilmesi.
İlk dönemde, devlet-toplum hattında modern laik-milliyetçi toplumsal düzeni destekleyecek bir “milli” kimlik inşasına girişildi. Bu amaçla imparatorluk döneminin “halk”ından laik-milliyetçi çizgide bir “millet” tahayyül edildi. “Millet”in laiklik boyutunda, düzenin önündeki en büyük “engel” olarak Osmanlı geçmişi “karanlık çağ” şeklinde “öteki”leştirildi ve Osmanlı toplumsal yapısının temelini teşkil eden İslam “millet”i kuran bir unsur olmaktan çıkarıldı. “Millet”in diğer sacayağını oluşturan milliyetçilikle de imparatorluk sınırlarının daralmasıyla ülke içlerine göç eden etnik ve kültürel açıdan oldukça heterojen “halk”, “Türklük” temelinde homojenleştirilmeye çalışıldı. İçeride buna zorluk çıkaracak gayrimüslim gruplar, nüfus mübadelesi ve daha sonraki caydırıcı politikalarla yurdu terk etmeye zorlandı ya da “millet”in dışında “azınlık” olma durumuna düştü. Yine “Türk”lüğü kabullenmeyen Kürtler, “bölücü” olarak tanımlanarak muhayyile edilmiş “millet”in dışında tutuldu.
İç-dış hattında ise Misak-ı Milli ile başlayan süreçte ülkenin egemenlik alanını belirleyecek nihai “ulusal” sınırların saptanması göze çarpıyor. İşgale uğramış bir devletin fiziksel güvenlik sorunlarının yanında, yeni “ulusal” sınırların, gerekenden daha “kalın” ve “yüksek” bir şekilde örülmesi gerekiyordu. Bunun en önemli sebebi, imparatorluğa has ulus-ötesi jeoekonomik, jeopolitik ve jeokültürel yapılarla yeni “ulusal” sınırların tam bir uyuşma içinde olmamasıydı. İç ve dış alanlarının birbirinden net bir şekilde ayrılabilmesi için Osmanlı zamanında birlikte bir toplum oluşturulan halklar özellikle “öteki”leştirildi ve sınırlar sürekli “güvenliksizleştirilerek” sınır problemleri çözümsüzlüğe terk edildi.
Türkiye’nin coğrafyasına baktığımızda, bir tarafta Avrupa diğer tarafta Ortadoğu ve Avrasya bulunuyor. Ulus-devleti tehdit eden “ümmet” ve “turan” gibi alternatif kimlikler üzerine oturan siyasi topluluk fikirlerinin önünü almak ve “öteki” olarak konumlandırılan Osmanlı’nın izlerini silmek amacıyla dış politika vizyonunu iyice daraltan Kemalist elit, Ortadoğu, Balkanlar ve Avrasya’ya sırtını dönmeyi tercih etti. Bunun sonucunda ülkenin uluslararası konum ve rolü, Batı’nın Ortadoğu ve Avrasya’ya uzanan bir kolu ya da Batı’yı bölgeye taşıyan bir karakol olmaktan öteye geçemedi. Bu nedenle, 1974 Kıbrıs çıkarması hariç, sınırların ötesindeki etkinlik alanı genellikle Batı-bağımlı, dar ve zayıf kaldı.
AK Parti çatısı altında toplanan “muhafazakâr” elitin karar mekanizmalarını kontrol ettiği döneme gelince, liberal-demokrat modernite anlayışının da etkisiyle, devlet-toplum hattında muhafazakâr-demokrat kimlik çizgisinde “millet”in yeniden tanımlanma süreci başladı. Yeni “millet”in oluşturulmasında bu sefer laik-milliyetçi Cumhuriyet geçmişi, “öteki” olarak alındı. Laiklik ilkesini reddetmeyen muhafazakârlık, “laikçi”liğe alternatif olarak ülkenin Osmanlı ve İslami geçmişini yeniden tedavüle sokmak kaydıyla “millet”in içeriğini, dolayısıyla sınırlarını yeniden tanımlamaya gitti. Bu süreçte “gerici” olarak adlandırılan unsurlar “millet”in asli unsurları haline gelmeye başladı. Demokratlık ise “Türk”lük esasında bir homojenleşmeye alternatif olarak etnik, ideolojik ve dinî farklılıklara hayat şansı tanıyan bir çoğulculuğu vurgular hale geldi. Yeni “millet”i tehdit eden durum, “bölücü” olarak nitelendirilen farklılık taleplerinden çok, farklılık taleplerine gerekli çözümlerin üretilememesi olmaya başladı.
Ulusal sınırlar konusunda ise Kemalist döneme ait “etrafımız düşmanlarla çevrili” algılaması ve sınırların “güvenliksizleştirilerek” çözüme kavuşturulmaması, yeni dönemde “komşularla sıfır problem” politikasıyla değişime uğradı. Kemalist dönemde ulus-devletin inşasında bir fırsat olarak görülen sınır problemleri, bu dönemde ülkenin barış ve düzen kurucu rolü ve manevra alanını genişletmesinin önünde önemli bir problem olarak algılanıyor. Bu anlamda “dışarı”yla olan farklılıklara değil, daha çok ortak tarih ve coğrafyaya atıfla “dışarı”yla benzerliklere vurgu yapılmaya başlandı. Kıbrıs Rum Kesimi ve Ermenistan ile kronikleşmiş sınır problemlerinin çözümü için aktif bir siyasetin yürütülmesi bu durumun aşılmasına yönelik ciddi adımlar olarak karşımıza çıkıyor.
Türkiye’nin uluslararası konumu ve etkinlik alanının çapı konusundaki algılama da radikal bir değişime uğradı. Tarihi ve coğrafyasıyla barışıp, “merkezî” konumunu yeniden hatırlayarak ve harekete geçirerek ülkenin bölgesel ve uluslararası alanda etkinlik çapının genişletilmesi hedefleniyor. Bu yeni jeopolitik anlayış, herhangi bir aktöre angaje olmayan, çok-boyutlu ve çok-kulvarlı bir dış politikayla hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Sonuç olarak, Kemalist elitin övünç kaynağı “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesine dayalı dış politika, uluslararası ilişkiler literatüründe devletlerin savunmada kalarak ve statükoyu koruyarak güvenliklerini arttırabileceklerini iddia eden “defansif” gerçekçiliğe tekabül ediyor. “Defansif” gerçekçiliğin özellikle iç-dış hattındaki sınır algılamasına etkisi, sınırların gerisine çekilip sınırları bir savunma hattı olarak algılamak şeklinde tezahür ediyor. Bu da sınır sorunlarının canlı tutularak sınırların sürekli “kalınlaştırılması”nı öngörüyor. AK Parti’nin dış politika anlayışı ise güvenliğin ancak daha fazla güçlenmekle sağlanabileceği fikrine yaslanan başka bir gerçekçiliğe, “ofansif” gerçekçiliğe dayanıyor. Sınırlar bu durumda uluslararası etki alanının çapının genişletilmesinde ileriye doğru hamle için bir platform olarak tasavvur ediliyor. Böylece sınırlar inceltilerek ileriye doğru hamle yapılmasının önü açılıyor.
Paylaş
Tavsiye Et