Ankara Havası
Başlıktaki metafor, son günlerde Ankara’da pek kullanılır oldu. Gerçi Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz bunu ekonominin gidişatı için kullandı ve biraz da ürkütücü bir mesaj verdi. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme sürecinin temel eşiklerinden biri olan Ergenekon Davası ile ilgili olarak belli mahfillerde tünelin ucundaki ışığın göründüğü de dilden dile dolaşıyor.
Herkesten çok Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u zora sokan “AKP ve Fethullah Gülen ile mücadele belgesi” konusunda çuvala sığmayan mızrak, tünelin ucundaki ışığın bir işareti.
Albay Dursun Çiçek evlilik cüzdanında dahi bulunan 40 yıllık imzasını değiştiredursun.
Askerî savcılık zaten en başta ihsas ettiği reyini, soruşturmanın sonunda da ispat etmenin mutluluğunu yaşayadursun.
Soruşturmalar ve kovuşturmalar birer savuşturmaya dönüşedursun.
Ergenekon’un ekseni neredeyse tamamen askerî alana kaydığı halde sivil savcı ve mahkemeler işin içine sokulmayadursun.
Artık olur olmaz her durumda “yeminli Cumhuriyet düşmanlarının milletin bağrından çıkmış şanlı ordumuzu yıpratma gayretleri” filan türünden arkaik retoriklerin belinden can gitmiştir.
Geriye arada bir Ergenekon’dan çıkış hamlesi nevinden cunta, komplo, sabotaj girişimleri düzenlemek kalmıştır. Elbette, kimi zaman komedi gibi görünse de, “belge krizi” benzeri cunta girişimleri durumun hâlâ ne denli ciddi olduğunun göstergesidir.
Vasfı kendinden menkul “amiral gemisi”nin Ertuğrul Kaptan’ı bile “İyi ki bu generallerle savaşa girmemişiz” dediği için kıyasıya eleştirilen Bülent Arınç’ın haklı olup olmadığını kafasına takacak duruma geldiyse, ok yaydan çıkmıştır.
Ülke olarak en kritik eşikteyiz; dönüşü olmayan bir tünele girdik ve ışığa doğru yaklaşıyoruz. Işığın niteliğini hep birlikte anlayacağımız günler çok uzak değil. Millet, bedelini ödeyerek demokratikleşti; şimdi sıra askeri ve siviliyle devlette!
Tavsiye Et
Madem tünel metaforundan girdik, biraz geyik çevirelim.
Temel, Devlet Demiryolları’nın açtığı makasçılık sınavına katılmış. KPSS’si fena olmadığı için doğrudan mülakata alınmış olsa gerek, kendisine şöyle bir soru yöneltilmiş:
Diyelim ki, tünelin A girişinden bir tren hızla yaklaşıyor. Aynı şekilde B girişine doğru da bir tren geliyor. Sen de A girişinden önceki son ayrımda makasçısın. Ne yaparsın.
Temel’in cevabı:
Hemen Fadime’yi çağururum
O nerden çıktı şimdi?
O da cörsün cümbürtüyü!
Tavsiye Et
RTÜK Başkanı Zahid Akman ile ilgili polemikler Temmuz ortasına kadar sürecek gibi görünüyor. Gerçi, yılların 32. Gün programını bir gecede berhava eden (Bakınız: Ümit Zileli, Mehmet Faraç ve Serdar Arseven’in küfürlü salvolarla yarım saat “hiç rahatsız edilmeden” dalaştıkları yayın) Rıdvan Akar’ın da yüklenmesi Akman’a artı puan getirdi. Fakat karşısında yer alan biri var ki, Akman’a dair bütün hafifletici sebepleri silip süpürüyor: Hükümetin vicdanı Bülent Arınç.
Nisan 2008’de Ankara Havası’nda dostça bir işaret çakmaya çalışmış; Doğan Grubu ile gerçekten sıkı fıkı olmanın ancak Ahmet Hakanlaşmak sendromuna tutulmakla mümkün olacağını ima etmiştik. Şu satırlar o yazıdan:
“Zahid Bey’i Ahmet Çakar’la polemiğe girerken ya da Huysuz Virjin’le yayın saati pazarlığı yaparken görünce, Ankaralılardan çok İstanbullular şaşırmış. Hatta duyduğumuza göre, Beyaz Show’da Petek Dinçöz ile Can Tanrıyar’ın nikâh şahitliğini yaptıktan sonra Zahid Bey’e İstanbul’da Şahid Bey diyen dostları varmış.”
Sonrasında şair ve devlet adamı Koca Ragıp Paşa’nın meşhur beytini bozmak pahasına Zahid Akman’a uyarlamıştık:
“Zâhidâ düşmanın aldanma tevâzularına
Seyl, divarın ayağını öperek hedmeyler.”
Yani “Ey Zahid, düşmanın sana karşı el etek öpüp yüz sürmesine aldanma / Sel, duvarın ayağını öperek onu yıkar.”
Duyduğumuza göre, ona o gün “Şahid Bey” diyen dostları şimdilerde “Zait Bey” diyorlarmış.
Tavsiye Et
CHP, H’sini mi hatırlıyor?
Cumhuriyet Halk Partisi, yerel seçimden önce çarşaf açılımı ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun varoşlara inip halkla kucaklaşması gibi girişimlerle kimilerini “temkinli bir ümide” sürüklemişti. Daha çok seçim atmosferinin popülizmi ile açıklanan bu değişim işaretleri, popülizmin aynı zamanda halkçılık anlamına geldiği de düşünülürse, CHP açısından “devrimcilik” bile sayılabilirdi.
Hele Deniz Baykal gibi avukatlık mesleğine Ergenekon Davası ile dönüş yapmış bir genel başkan için, “Sivas’tan ötesine” gitmek; Çankaya’dan Sincan’a, Yenimahalle’ye, Mamak’a geçiş yapmak gerçek bir devrim olsa gerek. Baykal henüz Kızılcahamam’da kamp kurmadı, ama 1930 model CHP’liler kendi aralarında onun da yakında olabileceğini homurdanıyorlar. Baksanıza, TV 8 Ankara Program Müdürü Erkan Tan’ın TBMM’de ödül alırken yaptığı “Bu ülkede ilericiliği ve çağdaşlığı resmî veya özel davetlerde alkolü içki içip içmemeye indirgeyen sapık bir zümre var” çıkışına topu topu 1 (Bir) CHP’li tepki gösteriyor. Normalde adama Şevki Yılmaz muamelesi yaparlar; kadınsa Merve Kavakçı’dan beter ederlerdi.
Doğrusu, seçim sonrası gidişat da, CHP ve Baykal’ın açılım düşüncesinde samimi olduğu izlenimini kuvvetlendiriyor. Öyle ki, Önder Sav’ın Peygamber Efendimiz (SAV)’e hakaret pespayeliğini bile unutturacak bir performans var ortada. Eh, koskoca ana muhalefet liderinin etrafında “Laiklik elden gidiyor” dellenmeleriyle Türkiye’de siyaset yapmanın modasının geçtiğini ona telkin edecek adamlar bulunmaması düşünülemez elbette. Baykal da en nihayet onların sesine kulak vermiş olsa gerek; şimdilerde CHP, 12 Eylül darbecilerinin yargılanması için uğraşıyor.
Başbakan Erdoğan’ın da boşluğuna mı geldi ne; “Sulu şakalarla vakit geçirmeyelim” deyiverdi.
Eğer Ergenekon Davası’nın sulandırılmasını kastettiyse, kendince haklı yönleri olabilir.
Ama demokrasi mücadelesinde cephenin genişlemesi, sadece savaşın değil, zaferin de büyüklüğünü artıracaktır.
Madem konumuz darbeler, o halde 28 Şubat da yargılansın; hatta nefesimiz yetecekse bir bakıma CHP’nin eseri sayılan 27 Mayıs’a kadar gidelim.
Hazır CHP, tam bağrındaki H’nin halka tekabül ettiğini hatırlamaya başlamışken…
Tavsiye Et
Sendikacı dediğin Mercedes’e biner; yeter ki Jaguar olmasın
Hak-İş Başkanı Salim Uslu’ya, “konfederasyona bağlı bir sendika” tarafından hediye edilen Mercedes S 320 model aracın fiyatı 340 bin lira imiş. Aylık geliri 1.000 lira olan bir işçinin yemeden içmeden 30 yıl çalışarak kazanacağı ya da bilmem kaç yüz işçinin toplam geliri filan gibi kıyaslamalar gereksiz. Zira hakikaten rakam büyük; daha doğrusu vahim.
Ancak Salim Uslu’nun izahatı da öyle: “Bu bir Jaguar değil sonuçta!”
Kendisine Jaguar marka araç hediye edildiği için eleştirilere maruz kalan ve 1999’da bir cinayete kurban giden “Sendikacı Meslektaşı” Şemsi Denizer’e aklınca telmihte bulunuyor Uslu.
Otomobilin lüks olmadığını, güvenli arabaya binmenin hakkı olduğunu da söylemiş. Öyle ki, neresinden tutsan dökülecek bir savunmadır gidiyor. Sadece Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun Audi A6’ya bindiğini eklemeyi unutmuş. Herhalde DİSK Başkanı Süleyman Çelebi’nin Renault Megane’a biniyor olmasının da gündeme getirileceğini ve kendisini zor durumda bırakacağını hesaplamış olsa gerek.
Sorun, aracın Jaguar marka olması halinde mi ortaya çıkacaktı, yoksa Mercedes, Jaguar’a nispetle kelepir bir araç mı oluyor?
Hak-İş işçisinin parası Jaguar’a değil, Mercedes’e mi yetiyor?
Yoksa mesele sayı saymayı bilmemek mi? Tam 340 bin lira ve “lüks değil”; Allah’tan Jaguar da değil!
Uslu durmuyorsunuz bari sussaydınız Salim Bey.
Tavsiye Et