İÇERİĞİ, ana unsur ve detayları, hukuki-sosyal sonuçları ya da uygulama takvimi hakkında hemen hiçbir net bilgi kamuoyuna yansımamış olsa da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve AK Parti hükümeti tarafından Kürt sorununun çözümü için eşzamanlı olarak başlatılan “açılım”, siyaset sahnesinde fırtınalar koparmaya devam ediyor. Türkiye’nin kangren haline gelmiş sorunlarının terör bağlantısı sebebiyle en önde geleni olan Kürt meselesi, genellikle şiddet eylemlerinin ve iç huzursuzlukların yoğunlaştığı zamanlarda siyaset gündemini işgal eder, daha sonra yavaş yavaş köşesine çekilirdi. Bu sefer öyle olmayacağı hem (MGK dâhil) devlet katındaki kurumların bir yöntem ve süreç olarak İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın eşgüdümünde siyasi, sosyal ve ekonomik aktörlerle yürütülen diyalog girişimine verdikleri güçlü destekten hem de ısrarla yapılan “uluslararası konjonktür” vurgularından net biçimde anlaşılıyor. İşin siyasi riskini yüklenen Başbakan Tayyip Erdoğan, kamuoyundaki mekik diplomasisiyle gerekli sosyal desteği sağladıktan ve kafasındaki pakete farklı kesimlerden gelen makul öneriler ve yapıcı eleştiriler ışığında son halini verdikten sonra icraata geçmeye kararlı. Bu kararlılık ve kısa zamanda “bir şeyler olacağı” hissiyatını; muhtemel siyasi riskleri paylaşmak istemeyen CHP’nin diyalogdan kaçınma taktiğini ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açılım senaryolarına Cumhurbaşkanı ve MGK’yı karşısına alacak derecede verdiği ölçüsüz ve sert tepkileri de tetikleyen temel sebep olarak okumak mümkün.
Peki, ülkenin geleceği ile ilgili böylesine önemli bir konu, en azından niyet ve yöntem açısından güçlü bir siyasi irade ile masaya yatırılmışken, benzer konularda gündem belirlemekten hoşlanan iş dünyası, özellikle de büyük iş dünyası neden bu kadar sessiz? Açılım için toplumsal diyalog turları çerçevesinde TOBB, TÜSİAD, MÜSİAD gibi çatı örgütler ve TÜRK-İŞ, HAK-İŞ, DİSK gibi büyük konfederasyonlarla bir araya gelen Bakan Atalay genelde temkinli cevaplar aldı. İşçi konfederasyonları ve TOBB demokratik açılımın detayları konusunda daha fazla bilgi sahibi olup iç istişare mekanizmalarını çalıştırmak için bir anlamda “zamana oynar” ve net bir tutum takınmaktan kaçınırken, patronlar kulübü TÜSİAD kendisine oldukça defansif bir konum belirledi. 1997, 1999 ve 2001 yıllarında farklı aşamalardan geçen Kürt sorununa dair raporlar hazırlatan ve özellikle merhum Bülent Tanör’ün hazırladığı rapordaki anadilde eğitim, Kürtçe radyo ve televizyon kanalları kurulması, yerleşim yeri adlarının değiştirilmesi gibi “aşırı” öneriler sebebiyle sütten ağzı yanan TÜSİAD bu defa yoğurdu üfleyerek yemeye kararlı görünüyor.
Bir taraftan hükümetin elindeki kartları açmasını ve bir zamanlama hatasıyla tüm açılım stratejisini tehlikeye atmak pahasına, hazırlanan paketin detayları hakkında kamuoyuna kapsamlı bilgi vermesini isteyen patronlar, diğer taraftan gerçekleşmesi belki de imkansız olacak “toplumsal mutabakat” şartını masaya koyarak uzlaşmadan kaçan muhalefetle saf tutuyor. Meclis çatısı altında diyalogdan bahsedilirken de bu diyaloğun kanallarını kasten tıkayan Baykal ve özellikle Bahçeli’nin eleştirilmiyor oluşu, TÜSİAD’ın bu açılıma düşük ilgi ve desteğinin diğer bir göstergesi. Binlerce insanın hayatına mal olan terör illeti ile iç içe geçmiş Kürt sorununun çözümüne yönelik radikal adımlar atmaya hazırlanan hükümetin önüne, siyasi partiler ile seçim kanunları ve yargı reformu gibi konuları koyarak “önce bunları halledin” şeklinde şartlar dayatılmasını ya da atılacak adımların küçümsenmesini iyi niyetle bağdaştırmak mümkün değil.
Bugüne kadar askerî yöntemlerle sona erdirilemeyen terör eylemlerinin hem Türkiye’nin toplumsal barışına ve insan hakları ile hukuk devleti çıtasının yükseltilmesine, hem de sosyo-ekonomik kalkınma ivmesine verdiği devasa zarar ortada. Bu eylemlere temel oluşturduğu gibi, devlet-toplum arasındaki temel problem alanlarından biri olan Kürt sorununun aciliyetle çözüm rayına girmesi de gerek iç siyasette demokrasinin konsolidasyonu gerekse Türkiye’nin zincirlerinden kurtulmuş olarak uluslararası camiada daha saygın bir yer edinmesi için elzem. Bu bağlamda AB ile entegrasyon, demokratikleşme, Kıbrıs sorunu gibi konularda inisiyatif alarak hükümete politika önerileri sunan TÜSİAD’ın geldiğimiz noktada Kürt sorununa dair demokratik açılım projesine yapıcı bir cesaretle yaklaşması beklenirdi.
Hükümetin girişimlerine TÜSİAD’dan çok daha olumlu yaklaşmakla birlikte MÜSİAD’ın da açılımla ilgili olarak devletin üniter niteliğinin korunmasından ve “kırmızı çizgiler”den söz eden açıklamalar yapması ve “Kürt” kelimesini telaffuz etmekten dahi kaçınması hayli ilginç. Anlaşılan hiç kimse sosyal hassasiyetler ve milliyetçi duygular ajite edilerek oluşturulabilecek bir tepkinin hedefi olmak istemiyor. Bu konuda işadamlarımızın artık bir devlet politikası haline geldiği anlaşılan Demokratik Açılım’ın yürütülmesi konusunda hükümetin üniter yapıyı sarsmayacak asgari sağduyuyu göstereceğine inanarak “malumun ilamı” kabilinden kırmızı çizgiler vurgusundan kaçınmaları herhalde daha uygun olacak. Salt özel sektör ve girişimci gözüyle bakıldığında Türkiye’nin belli bölgelerinin üretim, yatırım, finans ağlarından tümüyle dışlanması ve geri kalmışlıkla boğuşması sonucunu doğuran problemlerin çözülmesinin işadamlarına muazzam yatırım alanları açacağı açık seçik ortadayken “kayıtsız şartsız, maksimum demokrasi ve insan hakları” vurgusu daha yerinde olabilir. Siyasi riski üstlenen hükümet ve devletin güvenlikten sorumlu organları “kırmızı çizgiler” konusu ile yeterince meşgul oluyorlar zaten. Bu arada MÜSİAD’ın bölgedeki problemlerin çözümüyle ilgili olarak teşvik mevzuatı vs. yanında toprak reformu ve bölgesel KİT’ler kurulması gibi sıra dışı öneriler dillendirmesinin de hakkını verelim.
Kürt sorunu derin tarihsel kökleri olan ve özellikle Türkiye’nin son otuz yılına ipotek koyan varoluşsal bir sorun. Bu sorun gerekli cesareti gösteremeyen iktidarlar tarafından sürekli halının altına süpürülerek, şu an Ergenekon Davası’nda kovuşturulan “kayıtdışı” aktörlerin de desteğiyle, siyasi ve ekonomik istikrarı dinamitleyen kısır bir döngü oluşturuldu. Sonuçta hem doğrudan yabancı yatırımlar ve küresel ekonomiyle entegrasyon yavaşladı hem devasa bölgesel kalkınma farklıkları ortaya çıktı hem de demokratik standartlar bir türlü yükseltilemedi. Gelinen kritik kavşakta eğer taşın altına elini sokmaya hazır gözü kara bir siyasi irade varsa, ki öyle gözüküyor, başta iş dünyası ve önemli sivil toplum örgütleri olmak üzere tüm sosyo-ekonomik kesimler demokratik açılım girişimlerine olanca güçleriyle destek vermeliler ki, bu sancılı değişim dönemi en az sarsıntı ile atlatılabilsin. Herkesin iyice anlaması gereken gerçek şu ki, siyasi kapitalizm ve otoriter yönetim dönemi geçmişte kaldı, deniz bitti...
Paylaş
Tavsiye Et