BEŞ yıl kadar önce, bir kuruma seminer vermek üzere davet edilmiştim. Seminerden sonra, çay eşliğinde sohbete devam ederken, kurumda çalışan iki güvenlik görevlisi ile kantin işlerini yürüten bir kişi yanıma yaklaştılar ve bir konuyu danışmak istediklerini söylediler. Buyur ettim; oturur oturmaz içlerinden az çok kültürlü olduğu anlaşılan biri, elindeki Kur’an-ı Kerim mealini açarak, “Aramızda şu âyetin anlamında anlaşamadık” diye sözlerine başladı ve sırayla, önce kendisinin, sonra da öteki arkadaşlarının yorumlarını özetledi. Dikkatle ve bir o kadar hayretle dinlerken, birden durdu ve “Acaba, hangimizin yorumu doğru?” diye sordu. Kısa bir sessizlikten sonra, kendilerine, “Peki! Sorunuza yanıt vermeden önce, Temel gibi, ben de bir soru sorayım! Soruma yanıt verirseniz sorunuza yanıt alırsınız; veremezseniz kusura bakmayın!” dedim. Önce birbirlerine baktılar; sonra da başka çarelerinin olmadığını anladıklarından “Evet!” anlamında başlarını önlerine eğdiler. “Sorum şu!” diye devam ettim: “Üçüncü dereceden bir denklemin köklerinin pozitif ya da negatif olma olasılığı ne kadardır?” Sorum biter bitmez, sesli bir biçimde gülerek, “Aman efendim!, biz matematikçi değiliz ki!” diye ses tonlarını yükselterek, haklı ve güçlü bir insanın edâsıyla karşılık verdiler. Herhangi bir aranın, söyleyeceğim cümlenin değerini düşürmesini engellemek için anında sordum: “Peki! Siz müfessir misiniz de, yalnızca mealden hareket ederek kendi aranızda bir âyetin anlamını tartışıyorsunuz?”
Daha önceki Anlayış yazılarında da dile getirdiğimiz gibi, bilgi, herkese açık, ancak bilginin ait olduğu alanda, belirli bir eğitim sürecini başarmış insanların elde edebileceği bir şeydir. Bu nedenle, Fuzûlî’nin dile getirdiği gibi, “İnsanlar arasındaki eşitsizliğin gerçek nedeni bilgidir”. Kişiler, matematik gibi formel bir bilim dalına ait herhangi bir soruyu çözmek için uzmanlık isterlerken, hayatlarının anlamını devşirdikleri kutsal metinler için aynı duyarlılığı göstermemektedirler. Nasıl ki, bakkal hesabı bilmek matematik bilmek demek değilse, ilmihal bilgisi de dinin kendisi değildir. Hasta olunca, hastalığının uzmanı hekime giden ve hekimin muayene sonucunda karar verdiği tedavi yöntemine güvenerek ilâç alan, dinlenen ya da ameliyat olan bir kişi, aynı davranışı, dünyevî ve uhrevî anlamlılığını belirleyen dinî konularda göstermez; uzman aramaz; bulsa da güvenmez! İlginçtir ki, dinî konularda herkesin bir fikri vardır. Elbette ki, bu bir tespit ve her tespit gibi, günlük hayatta karşılaştığımız onlarca olgu ve olayın deneyimine dayanıyor. Ancak tam bu noktada şu sorunun sorulması gerek: Neden insanlar, pek çok konuda sağlamcı iken, dinî konularda -ve dahi değişik beşerî alanlarda- sallama yöntemini benimsiyorlar?
Bu soruya pek çok açıdan yanıt verilebilir; bu yanıtların büyük bir bölümü de doğru olabilir. Ancak bu yazıda, farklı bir yanıt denemesinde bulunulacak ve sorunun, önce Tanrı, dolayısıyla din tasavvurundan kaynaklandığı gösterilmeye çalışılacaktır. Halkın büyük çoğunluğu, mitolojik bir Tanrı ve din tasavvuruna sahiptir; bu tasavvurda başta Tanrı’nın kendisi olmak üzere, dinî terimler büyük oranda, simgesel anlamları dikkate alınmaksızın, hakikî ve somut halleriyle kabul edilirler. Tanrı, idealleştirilmiş bir insan gibi düşünülürken, cezalar ve mükâfatlar ile bunlara ilişkin öteki tüm betimlemeler, maddî referanslarıyla tahayyül edilirler. Mitolojik Tanrı ve din tasavvuru, aşağıda verilecek öteki tasavvurların temsilcileri tarafından yönlendirildiği sürece, tehlike arz etmez; tersine toplumsal hayat için yaşamsal bir rol oynar; halkın hukuk bilincinin canlılığını ve sürekliliğini sağlar.
Psikolojik Tanrı ve din tasavvuru ise, başta Tanrı olmak üzere tüm dinî kavramları, yalnızca ama yalnızca vicdanî -gönül, ruhî, manevî vb. başka değişik adlar da verilebilir- bir üretim kabul eder; hem hissî hem bireysel seviyeye indirger. Psikolojik tasavvurda, hem Tanrı hem de öteki dinî kavramlar, haricî hakikati olmayan, içleri psişik süreçlerle doldurulan, kişinin keyfine bırakılmış, belirsiz, bulanık yapılardır. Bu yapılar, başka biri tarafından paylaşılamadığı gibi, yalnızca kişinin bireysel tatminine yararlar. Açıktır ki, biraz sonra üzerinde duracağımız kelamî(teolojik) -her ne kadar uygun bir kavram değilse de, diğer ikisiyle kâfiye oluşturduğu için- Tanrı ve din tasavvuru tarafından kontrol edilmeyen psikolojik Tanrı ve din tasavvuru, kendi başına en tehlikeli tasavvurdur; psikolojik tatmine yaradığı için de ahlâksızlığın kaynağıdır. Psikolojik Tanrı ve din tasavvuru, kolayca ideolojik Tanrı ve din tasavvuruna dönüşebilir ve bir yıkım makinesi halini alabilir. Ve kanımızca sallama yönteminin en çok kullanıldığı Tanrı ve din tasavvuru psikolojik olandır; çünkü vicdanın belirsizliğinden, muhayyilenin bulanıklığından beslenir. İşte bu nedenledir ki, Tanrı yokmuşçasına düşünülebilir; ama Tanrı yokmuşçasına davranılamaz.
Kelâmî/Teolojik Tanrı ve din tasavvuru ise, hem Tanrı’yı haricî hakikati olan kişi olarak kabul eder hem de dini, bir bütün olarak, kişi-Tanrı’nın manzumesi... Bu nedenle, kelâmî Tanrı ve din tasavvuru nazarî/aklî bir zemine dayanır; tahkikî olduğundan yakînî’dir; belirsizlik ve bulanıklığı reddeder. Tanrı ve dini, his seviyesine indirgeyen (mahsus) psikolojik tasavvurun tersine Tanrı’yı -aynı zamanda- makul kabul eder; ve bu haliyle Tanrı’yı aklın sınırı; dini ise aklın terbiyesi olarak görür. Akıl, en derin tarafıyla, Mutlak Gaib olan Tanrı ve âlem-i ğayb ile âlem-i şuhûd/Evren arasında bir köprü durumunu alır. Kelâmî Tanrı ve din tasavvuru’nda kişi-Tanrı, emreder, nehyeder, cezalandırır ve ödüllendirir; bu nedenle tahkîkî seviyede kelamî Tanrı ve din tasavvuruna sahip bir kişi, Öte’nin hakikati karşısında dikkatlidir; ölüme, O’nun takdiri olduğundan, hazırdır; bu nedenle de sürekli huzurdadır; yine bu nedenle her dâim huzurludur: “Ancak hazır olanlar, huzur bulurlar.”
Geleneğimiz, her üç tasavvurun birlikte var olmasını, akl-i, kalb-i ve zevk-i selim adına sağlıklı kabul etmiş; kelâmî ilmin, irfânî marifet ve sûfî zevk/aşk ile birlikte hemhâl olmasını İnsan-i Kâmil olmak için vazgeçilmez görmüştür. Bu nedenledir ki, kelâmî ilmin temsilcisi Sirâceddin Urmevî, irfânî marifetin temsilcisi Sadreddin Konevî ve sûfî zevkin/aşkın temsilcisi Celâleddin Rûmî, Konya’da, aynı yıllarda yaşamış ve hepsi adlarına muzafun ileyh olan el-Din’in anlamını muzaflarında içkin duruma getirebilmişlerdir.
Unutulmamadır ki, makûl Tanrı ve din inancı, daha doğru bir deyişle Tanrı’nın ve dinin nazarî idrâki, inananlar üzerine farzdır (olmaz-ise-olmaz’dır). Ve yine bilinmelidir ki, sûret ile fiil, form ile fonksiyon, biçim ile işlev birbirini var eder, gerektirir ve sürekli birliktedirler; biri olmadan ötekinin varlığı yalnızca bir vehimdir.
Paylaş
Tavsiye Et