ABD Basını
Çeviri: Burcu Anatay
İngiltere’nin eski başbakanlarından Winston Churchill bir defasında demokrasinin, zaman zaman uygulanan diğer bazı yönetim şekilleri hariç tutulursa, en kötü yönetim biçimi olduğunu söylemişti. Ancak Churchill bu konuşmayı, İngiltere gibi parlamentonun anavatanı olan bir ülkede ve 1947’de yani faşizmin karanlığından çıkan Avrupa’nın üzerine komünizmin demir perdesinin indiği bir dönemde yapmıştı. Hindistan ve Pakistan özgürlüklerini daha yeni kazanmıştı; fakat Üçüncü Dünya olarak adlandırılmaya başlanan diğer ülkelerin büyük çoğunluğu hâlâ Avrupa sömürgeciliğinin pençesi altındaydı.
Peki, Churchill’in bu sözleri söylemesinden itibaren geçen on yıllar içinde demokrasi nasıl bir seyir izledi? Demokrasi, Sovyet İmparatorluğu’nun yirmi yıl önce sona ermesinden itibaren Doğu Avrupa’da gittikçe güçlendi. Hindistan’da iyi, Pakistan’da ise kötü işledi. Afrika’nın büyük çoğunluğunda da gangsterlere, kendi halklarını yağmalayıp sefalete düşürdükleri bir korunak sağladı.
Kısa bir süre önce Afganistan’daki usulsüz seçim, ABD’nin umut ve politikaları için tam bir felaket oldu. Önümüzdeki süreçte Irak’ta, bu keskin şekilde bölünmüş ülkenin yaralarını iyileştirme noktasında pek fazla işe yaramayacak bir başka seçim daha gerçekleştirilecek.
2006’da Filistin’de yapılan ve Amerikalılar tarafından desteklenen seçimler, Gazze’de Hamas’ı iktidara taşımıştı. Fakat İsrail, halkın sesine değer vermek yerine, ABD’nin de suç ortaklığıyla, çevresiyle bağını koparttığı Gazze’yi, dünyadaki belli başlı toplu cezalandırma örneklerinden birinin sergilendiği sanal bir hapishaneye çevirdi. Keza Cezayir’deki 1991 seçimlerini İslamcı partiler kazandığında, Batı’nın Cezayir hükümetini seçim sonuçlarının iptal edilmesi yönünde cesaretlendirmesi, yalnızca bizim istediğimiz doğrultuda sonuçlar alındığında demokrasiye izin verildiğini gösteren bir diğer ikiyüzlülük örneğiydi.
Nasıl yönetilecekleri hakkında söz söyleme şansına sahip olmak, dünya halkları için büyük bir hazine olsa da, seçimler sık sık olumsuz yönde kullanılıyor. Süveyş Kanalı’nın doğusunda, demokrasinin çok ihtişamlı görünen ve yabancıların çok hoşuna giden bir tören filine benzediği, ancak kimin kime bineceğinin asla sorgulanmaması gerektiği söylenir.
ABD’nin eski başkanı George W. Bush ile onun neo-muhafazakâr ekibi, demokrasinin dönüştürücü gücüne çok fazla anlam yüklediler. Birçokları, Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesinin, Ortadoğu’yu şeyh ve emirlerin otoriter yönetimlerinden kurtarıp İsrail’e dost olacak Batılı demokrasilere kavuşturacağına safça inandı. Irak işgalinin Ortadoğu’yu dönüştürmesi beklenirken, Ortadoğu’nun gerçekleri Irak’ı dönüştürdü. Demokrasi, Iraklıların çıkar farklılıklarını uzlaştıramadığı gibi, etnik ve aşiretsel bölünmüşlükleri de yok etmedi. Ayrıca Irak’ın yakın zamanda Tel Aviv’de bir büyükelçilik açma ihtimali de oldukça düşük görünüyor.
Demokrasi çoğu toplumda tam olarak anlaşılmadı. Rory Stewart, Bataklıklar Prensi (The Prince of the Marshes)isimli kitabında, bir Amerikalının, demokrasinin ne olduğunu açıklama göreviyle Irak’taki bir bölgeye gitmesini hatırlatır: Amerikalı tahtaya, otoritenin bölümlerini temsil eden dört çizginin uzandığı dikdörtgen biçiminde tipik bir organizasyon şeması çizer. Bu esnada Stewart, arka tarafta oturan şeyhlerden birinin, “Bakın bir köpek çiziyor” dediğini duyar. Amerikalı görevli, Afrika’daki demokrasi hakkında konuşmaya başladığında ise şeyhler homurdanır ve Amerikalının onları Afrikalı zannettiğinden şüphelenirler. Amerikalı Nijerya’dan bahsedince, şeyhler artık kalkıp giderler.
Irak’ın, tıpkı Lübnan gibi, en iyi ihtimalle fraksiyonlara ayrılmış ve diğer ülkelerin yakışıksız şekilde nüfuzuna açık bir kriz ülkesi haline geleceğini ümit etmeliyiz belki de en fazla.
Jessica Stern Tanrı Adına Terör (Terror in the Name of God) adlı kitabında, “Demokratikleşme, İslami aşırılıkla savaşmanın mümkün olan en iyi yolu değildir. Otokrasiden demokrasiye geçmeye çalışan birçok devlet, bu ikisinin arasında bir yere takılıp kalır. Temsilî demokrasi mutlak surette liberal demokrasi anlamına gelmez.” şeklinde yazmıştı. Batı tarzı demokrasi, çoğunlukla sadece yandaşçılık ve yozlaşmanın hâkim olduğu bir devlet yapısına götürür.
Afgan aşiret büyüklerinin bir araya gelip kimin yönetici olacağına karar verdikleri loya jirga gibi geleneksel bir yöntemin, Afganistan’da Batı tarzı bir seçim yapılmasında ısrar etmekten daha iyi olmayacağını iddia etmek, şu an itibarıyla zor.
Churchill eğer bugün yaşasaydı, demokrasinin, gerekli kurumlara sahip olan ve buna hazır bulunan ülkeler için en iyi yönetim biçimi olacağını söyleyebilirdi. Bütün demokrasiler için seçim gereklidir; ancak bütün seçimler demokrasi ile sonuçlanmaz.
Tavsiye Et
Avrupa’nın yeni “dışişleri bakanı” bir İngiliz. Başbakan Gordon Brown’a göre, bundan gurur duymamız gerekiyor. Oysa gerçekte Avrupa’nın ne bir dışişleri bakanına ne de bu makamı doldurmak için Barones Catherine Ashton gibi hayatı boyunca siyasi bir mevkiye seçilmemiş ve İşçi Partisi hükümetinden soyluluk unvanı almış bir kişiye ihtiyacı var. “Avrupa Başkanı” olarak seçilen Belçika Başbakanı Herman Van Rompuy ise birkaç hafta öncesinde bu makam için öne çıkan adaylar arasında ismi telaffuz edilene kadar neredeyse hiç tanınmıyordu.
Geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı David Miliband, ülkeler arasındaki gereksiz trafiği durdurabilecek bir AB temsilcisi seçilmesi çağrısında bulunmuştu. Bir zamanların Hertfordshire Bölgesi Sağlık Müdürü Leydi Ashton’ın, nazik ve yetenekli bir şahsiyet olsa dahi, bırakın Washington’daki trafiği, Hertfordshire’daki St. Albans şehrinin trafiğini bile durdurabileceğini hayal etmek oldukça güç. Zira Ashton’ın AB Ticaret Komiserliği görevine atanana kadar hiçbir dış politika tecrübesi yoktu. Şüphesiz Ashton (bir kulis uzlaşması sonucu bir İngiliz’e bırakılan) bu makamı doldurmak için akla gelen ilk isim değildi. Hatta ikincisi bile değildi ya da üçüncüsü. Ne David Miliband ne de Devlet Bakanı Lord Mandelson bu görevi kabul etti; eski Savunma Bakanı Geoff Hoon ise Brüksel’de kabul görmedi. Tam bu noktada Gordon Brown, Ashton ismini ortaya attı. 500 milyon insanın “yüksek temsilcisi” olarak seçilmek için ne kadar da şeffaf bir süreç değil mi?
Bazı Euro-septikler (Avrupa şüpheciler), bu iki makamın karizmatik isimler yerine “küçük balıklar” tarafından işgal edilmesinin daha iyi olduğu düşüncesiyle kendilerini rahatlatıyorlar. Bay Van Rompuy ile Leydi Ashton nihayetinde spot ışıkları altına sürüklenmiş yerel siyasetçiler. Van Rompuy, Belçika başbakanlığı görevini gönülsüzce üstlenmişti; nerede kaldı adeta bir kıtanın başkanı gibi görülmesine yol açan Avrupa Konseyi Başkanlığı... Bu iki memurun görev tanımlarının ötesine geçmeyecekleri yönündeki tartışmalar da sürüyor. Van Rompuy’nün Avrupa Konseyi’nin büyüklük iddiası taşıyan bir baş idarecisinden ziyade birazcık rahatsız bir yönetim kurulu başkanı olacağı, Ashton’ın ise Avrupa’nın dış politikasını belirlemek yerine onun eşgüdümünü sağlayacağı iddia ediliyor.
Fakat bu argüman birçok açıdan yanlış. Öncelikle, Belçika gibi ulusal kimliği fazlasıyla kırılgan bir ülkeden gelen Bay Van Rompuy, federalizme inanan birisi: Hatta Brüksel standartlarına göre Euro-fanatik (aşırı derecede Avrupa Birliği yanlısı) kalıyor. Ilımlı görünüşünün altında, çevreyi koruma girişimlerine kaynak sağlamak için Avrupa çapındaki ticari girişimlerden vergi alınması türünden baştan aşağı saçma fikirler pusuda bekliyor. Kaldı ki Van Rompuy ile Ashton’ın kişisel etkileri çok az olsa dahi, halefleri çok daha hırslı olabilirler.
Unutulmamalı ki AB her geçen gün biraz daha azametli hale geliyor: Avrupa Komisyonu’nun tüm dünyadaki ofisleri, yedi bin diplomattan oluşan bir ağın görev yaptığı “büyükelçilik”lere dönüşüyor. AB’nin başkanlık ve yüksek temsilcilik gibi makamlarının maceraperest tuzaklara düşmesi, kendisiyle birlikte itibarı yükselen federalist bir gündeme sahip olan bir siyasetçinin işine gelecektir. (Van Rompuy’nün görev süresinin sadece iki buçuk, Ashton’ın ise beş yıl olduğunu da aklımızın bir köşesinde tutmalıyız.)
Avrupa Konseyi’nin dış politikadan sorumlu yüksek temsilcisi olarak seçilen Bayan Ashton’ın yükselişinin bir diğer sonucu, İngiltere’nin artık görevi belirli bir Avrupa komiseri olmayacağıdır. Gölge dışişleri bakanı William Hague, İngiltere’nin AB’nin ekonomiyle ilgili en üst seviyedeki makamlarını mutlaka güvenceye alması gerektiğine dikkat çekti. Hague bu konuda çok haklı; çünkü şu an itibarıyla Avrupa’daki bankacılık, emeklilik ve mali piyasaları da kapsayan yeni bir görev üstlenecek bir komiserin Almanya yahut Fransa’dan seçilmesi beklentisi ile karşı karşıyayız. Bu da açıkça -Londra’nın ticari ve mali merkezini (City of London) İngiltere’nin mali yönetiminin (Financial Services Authority) denetiminden söküp almaya ve hedge-fonlarını kaçıracak işgüzar düzenlemeler dayatmaya çalışan- bir “Londra’yı devreden çıkarma” işi gibi görünüyor. Bu durumda Avrupa’ya nereden para akacağı şüpheli; ancak Londra’ya düşmanca yaklaşan güçlü bir AB mali komiseri, burayı yatırımcılar için nahoş bir yer haline getirebilir. Bu da bir İngiliz Başbakanı’nın gerçekleşmesine izin veremeyeceği bir şeydir.
Bu arada, biz de çok az tanınan iki siyasetçinin, AB’yi federalizm yönünde ilerletmek hedefiyle göreve geldikleri beklentisiyle yüz yüzeyiz. Üstelik bu yön, bahsi geçen meselede söz söylemesine imkan verilmeyen İngiliz seçmenin tercih ettiği yönün tam tersi. Lizbon Antlaşması’nın getirdiği yeni düzenlemeleri savunanlar, AB başkanı ile yüksek temsilcisi siyasetçilere bağlı olacağından, seçilmemiş bir Avrupa Komisyonu’na karşı çıkan seçilmiş hükümetlerin elini güçlendireceğini öne sürüyorlar. Fakat yasama sürecindeki birçok alanda veto gücümüzü kaybettiğimiz ortada iken, bizim için bu garanti bir tutam tuzdan başka bir anlam taşımıyor. O yüzden de Bay Van Rompuy ile Barones Ashton’ı yakından izleyeceğiz.
Tavsiye Et