DALLAR meyveye durdu, meyveler düşmeye başladı; bir tarih bozumu yaşıyoruz. Teslim-tesellüm belgeleri yırtıldı, iade fişleri hazırlandı; tarih tarihçilerden geri alınıyor. Zaten uzmanlıklarının hakkını verememişlerdi. Varlıklarını varlığına armağan ettikleri “yüce kapı” tarafından makbul sayılmak ve unvanlarını korumak için tarihe yalan söyletmiş, onu saklamış ve susturmuşlardı. Tarih diye bir şey yoktu zaten, hepi topu tarihçi vardı. O ne yazdıysa vardı, ne yazmadıysa var değildi.
Tarihçiler tarihi onu yaşayanlar kadar hak edememişlerdi. Yüksek kültür dergilerinde yayınladıkları çok puanlı makalelerle bilinmesinciliğin dibini boylarken, atı alan ulus-devlet Üsküdar’ı geçmişti ve hatta neredeyse oradaki tüp geçit inşaatını bitirmişti.
Tarihi en iyi yaşatan onu yaşayanlardır. Tarih her neyse, onu en iyi anlatan yerel hafızadır. Bu önermeye büyük şehirlerdeki zihinleri okuyarak bulanmış şizofren hafızalar dâhil değildir. Okudukça körelen zihinler için “Dersim”, en fazla bıyıkları sakalları birbirine karışmış vahşilerin yaşadığı bir yasak yer adıydı. “Diyarbakır Cezaevi” yüce bir terbiye mektebiydi. “Kürdistan” kadimden beri bir coğrafyanın adı değil, dış mihraklı bölücü ideologların uydurduğu bir hiçbiryerdi. “Şeriat” mollaların Tanrı adına kafa kestikleri bir rejim, “tarikat” çocukların kandırıldığı bir miskinler yuvası, “Alevilik” Atatürk’ün en sevdiği din anlayışıydı. “Vatan” dört tarafı düşmanlarla çevrili ve Malazgirt’ten beri her daim kurtarılası kara parçasıydı. “Komşu devletler” üşüşken yağmacılar gibi her an Türk’ü boğmaya hazırdı. “Mükellefiyet” Zonguldak’ta işçilerin zorla madenlerde ölmeye gönderilmesi değil, muasır medeniyetler seviyesine çıkmak için inşa edilen fabrika bacalarının tütmesi demekti. “Kıbrıs” barış götürmek için savaştığımız, evrenin en önemli adasıydı. “Sağ” sarımsak ve “sol” soğan idi. Ona ne mutluydu, buna değildi.
Bütün “Ermeniler” Rusların, “Rumlar” Yunanistan’ın, Yahudiler “Siyonist İsrail”in eli kanlı gözü dönmüş ajanlarıydı. Biz “Çılgın Türkler” bırakın bir soyu, bir kalbi bile kırmış olamazdık. Kırsak da kırmasak da buna “kalp kırımı” diyemezlerdi; çünkü bizim de çok kalplerimiz kırılmıştı. Bizim kalplerimiz onlarınkinden daha çok patlıcandı. İnanmıyorlarsa parmaklarıyla saysınlardı.
Ulus-devletin “milli tarih” dersleriyle vatandaşlarına giydirmek istediği tarih elbisesi kenarlarından aşınmaya, dikişleri atmaya başladı. Adam büyüdükçe elbiseye sığmaz oldu.
Paylaş
Tavsiye Et