1908 JÖN-TÜRK İhtilali’nin yüzüncü yıldönümünün yalnızca kuru bilimsel toplantılarla geçiştirilmesi düşünülemezdi nitekim. İşte ihtilalin doğurduğu geleneğin varisleri, beklenen abidevi jübileyle 2008 yılını taçlandırdı. Yargıtay Başsavcısı, Jön-Türk tamlamasındaki kelimelerden herhangi biriyle mevsuf değilse de, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başarısını askeriye ile beraber büyük ölçüde borçlu olduğu bürokrasinin mensubu. Öyle böyle bir bürokrasi de değil, yargı bürokrasisi bu.
Türkiye’nin Batılılaşma serüveninde sadece teknolojinin değil hukukun gelişmesine de bir hayranlık vardı. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi birçok Osmanlı aydını, kanunu Batı medeniyetinin bir mucizesi saymış; Batı üstünlüğünü hukuktaki atılıma bağlamıştı. Şura-yı Devlet’in, yani Osmanlı Danıştayı’nın eski reisi Said Bey, Haçeryan Efendi’nin çevirdiği İsviçre Medeni Kanunu’nu “medeniyet âlemine ışık saçan” bir eser olarak nitelemişti. Her aydınlanma gibi, bu Batılı hukuk aşkı da mite dönüştü. Mitlerle savaşmak içinse yeni aydınlanmalara ihtiyaç var.
Hukuk bürokrasisi tarih boyunca devrimci idareler tarafından eski düzenlerin baskıcı ve imtiyazlı bir tabakası olarak görülmüş, düzenin değişmez savunucuları olarak algılanmıştır. Bu yüzden 1789 Fransız ve 1917 Rus ihtilallerinden hemen sonra hukuk meslekleri kaldırılmıştır (ve fakat sonra mecburen tekrar faaliyete geçirilmiştir). Atatürk de devrimlerin işlemesi için yeni bir hukukçu kadrosuna ihtiyaç duymuş ve Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılış nutkunda (5 Kasım 1925) “eski hukukun ve onun müntesipleri”nin kendisine yaşattığı zorluklardan bahsetmiş, TBMM’yi hukuki ve ilmî esaslara aykırı addedenlerin başında “meşhur hukukişinaslar” bulunduğunu söylemiştir. Atatürk’ün ifadesiyle, “kendisine muarız bulunanların başında yine eski ve fazilet-i ilmiyesi ile milleti iğfal eden maruf hukukişinaslar bulunuyordu.” Ayrıca, “Avrupa’da tahsil etmiş yüksek mütehassıslardan mürekkep baro heyeti”nin hilafetçi olduğunu iddia ettiği bir reis seçtiklerini söyleyen Atatürk’e göre, “bu hadise, köhne hukuk erbabının Cumhuriyet zihniyetine karşı deruni ve hakiki olan vaziyet ve temayülünü ifadeye kâfi değil midir? Bütün bu hadisat erbab-ı inkılabın en büyük fakat en sinsi hasm-ı canı, çürümüş hukuk ve onun bî-derman müntesipleri olduğunu gösterir.” Ona göre “eski erbab-ı hukuk” inkılap esaslarını ve onun samimi takipçilerini mahkum etmek için fırsat beklemektedir. Çünkü “eski zihniyetini deruni ve kalbi olarak muhafazada mütemerrid hâkimler ve avukatlar” mevcuttur. İşte bu yüzden Atatürk, Hukuk Fakültesi’ni “yeni hukuk neslini yetiştirmek için” açmıştır.
Bütün bunlar bize demokratikleşme ve AB müktesebatına uyum çerçevesinde atılan reform adımlarına bugünkü hukuk neslinin nasıl baktığını anlatıyor aslında. Atatürk’ün cümlelerinde geçen “eski hukuk”u insan hakları ve özgürlükler konusunda yaya kalmış 2000’ler öncesi hukuk olarak alırsak, bugünkü hukuk neslinin zihniyetini daha iyi anlarız. Demek ki hukuk reformları ancak bir nesil sonra adalet dünyamıza yansıyacak.
Hukuk bilimi doğası gereği muhafazakârdır. “Eski hukuk” yanlısı Türk adalet bürokrasisi son derece tutucu ve demokrasi özürlüdür. Bu nedenle siyasi veçhesi bulunan davalarla ilgili olarak alınan adli kararlar, bugün toplumu geren dinamiklerden biri olan ulusalcı dediğimiz gerici camianın ekmeğine yağ süren cinstendir. Nitekim Büyükelçi Yiğit Alpogan da MGK Eski Genel Sekreteri iken, 24 Ocak 2006’da Washington Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada, “Türk yargısı eğitilsin. Türk yargısının fikir ve ifade özgürlüğü anlayışı, bu alanda uluslararası görüşten, modern, medeni ülkelerin anlayışından çok uzakta. Bu farkı eğitimle kapatmalıyız” demişti. (Milliyet, 25.1.2006)
İnternete girip Google’a “AİHM” ve “mahkum” kelimelerini yazanlar “AİHM yine mahkum etti” başlıklı yüzlerce haber görür. Yargı bürokrasisi, verdiği yanlış mahkumiyet kararları yüzünden Türkiye’ye mütemadiyen devasa tazminat bedelleri ödetmektedir. Türkiye hâlâ yaşama hakkı, işkence, yargısız infaz, etkili soruşturma yapmamak, gözaltı süresini aşma, kötü muamele, ifade özgürlüğünü ve adil yargılanma hakkını ihlal gibi demokratikleşme özürlerinden kaynaklanan suçlardan hüküm giymektedir.
Mesele sadece AKP’nin kapatılmasına yönelik hazırlanan son iddianame değildir. Türkiye’de toplumsal gündem her daim yanlış yargı kararları etrafında şekillenmektedir. Son aylarda toplumsal dengeleri geren önemli gündem maddeleri hep adli işlemlerle ilgilidir. Kanunları uygulayan meslek grubu zihniyetini değiştirmezse, hukuksal reformların gerçekleşmesi ve demokratik yasaların kabulü hep kağıt üzerinde ve göstermelik kalacaktır. Taşra yargıçlarının kısır kasaba kültüründen vazgeçemeyen tutuculuğu büyük şehirlerde önemli mahkemelerde görev aldıklarında da sürmekte, devletin hukuki alanda attığı adımları tökezletmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et