Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Dosya > Türk medyasının üç hali
Dosya
Türk medyasının üç hali
M. Mücahit Küçükyılmaz
TÜRK medyasında mülkiyet yapısının bir dönüşüm geçirdiği gerçeğini bugün kabul etmeyen yok gibi. Gazeteciliğin amatör bir ruh ile yapıldığı, çay, kahve ve simidin bu ruhu tamamlayan sembolik unsurlar olarak gazeteci ile özdeşleştiği Babıâli günlerinden İkitelli plazalarına terfi(!) ediş sırasında görünür hale gelen bir dönüşümden söz ediyoruz. Aslında sermayenin niteliğindeki değişim, gazeteye, gazeteciye ve gazetecilik anlayışına yansırken pek dikkat çekmiyordu. Fakat 1980’lerde Turgut Özal ile başlayan serbest piyasa ve liberalizasyon politikaları sonrası gazetecinin mekanının değişmesi -buna gazeteciliğin dünya değiştirmesi de diyebiliriz- meslekte geri dönülmez bir yola girildiğinin işareti oldu. Halkla birlikte yaşayan, halkın taleplerini sayfalarına taşıyan, kamusal sorumluluk anlayışıyla her fırsatta muhalif duruş sergileyerek (siyasal) iktidara “çakan” gazeteci, yine çakmaya devam etti; fakat bir farkla: Daha elitist bir üslup kullanarak. Artık gazeteci deyince, sadece ortalama vatandaşın dertleriyle uğraşan ve kamusal sorumlulukla hareket eden değil, bunu yaparken iktidar odağına yakınlaşmayı, bir bakıma sınıf atlamayı da hesaplayan kişi anlaşılmaktaydı.
 
Aile Gazeteciliğinden Holding Medyasına
Bu çerçevede Türkiye’deki medya yapısının yakın tarihte izlediği dönüşüm sürecine kabaca göz atarsak, üç ayrı evreden bahsedebiliriz. Birinci evre, “aileler dönemi” olarak adlandırabileceğimiz ve Cumhuriyet’in kuruluşu sırasında şekillenen geleneksel sermayenin hâkimiyetindeki medya yapısıdır. Bu cümleden sayılabilecek Nadiler, Simaviler, Karacanlar, Ilıcaklar gazete sahipliği dışında başka alanlarla uğraşsalar bile, asıl işleri gazeteciliktir ve kendilerini o şekilde tanıtmayı tercih etmişlerdir. Aynı dönemde, sermaye bakımından daha güçlü Koç ve Sabancı gibi ailelerin, medya sahipliğini düşünmemeleri, gazeteciliğin sadece ticari kaynaklarla kayıtlı değil, kendine özgü şartları olan ve belli aileler tarafından yürütülen bir alan olarak görülmesiyle bağlantılı sayılabilir.
İkinci evrede, klasik aile sermayelerinden hırslı girişimci patronajına geçiş öne çıkar. Bu dönem tam anlamıyla Özal liberalizasyonu ile ilgili olsa da, köklü ailelerin kopuşu 1970’lerin sonunda başlar. Öncelikli vasfı tüccar olan ve gazetecilik geçmişi bulunmayanların neredeyse Babıâli’ye giremediği günler geride kalırken, yeni girişimci sınıfın ortama sızmasının ilk ve erken dönem örneği, Tofaş ve Aygaz bayii Aydın Doğan olur. Abdi İpekçi’nin öldürülmesinden sonra, Ercüment Karacan, ailesini korumak amacıyla, 1979’da Milliyet’i satıp sektörden el etek çeker. (Aslında “sektör” değil, “meslek” demek lazım; zira henüz o günlerde gazetecilik bir ticari faaliyet alanından çok, kamusal bir meslek olarak algılanıyordu.)
Bu yeni ve hırslı patron kuşağı, Yeni Asır gibi asırlık bir yerel gazeteden 1985’te Sabah gazetesi ile ulusal ölçeğe geçen Dinç Bilgin ve Özal’ın çevresinde güç kazanan isimlerle yoluna devam eder. 1990’ların başında serbest piyasa ortamının şartları ile televizyon yayıncılığında kamusal tekelin kırılıp özel kanalların oluşması, holding medyası da denen bu girişimci sınıfa yenilerini ekleyecektir: Ahmet Özal, Asil Nadir, M. Ali Ilıcak, Cavit Çağlar, Erol Aksoy, Cem Uzan,
M. Emin Karamehmet, Korkmaz Yiğit… Bu arada, 1993’te Kemal Ilıcak’ın ölümüyle Tercüman güç kaybeder; 1994’te, Çetin Emeç’in katlinden 4 yıl sonra, meslekteki “Son Mohikan” olan Simavi ailesi, Hürriyet’i Aydın Doğan’a satar.
Böylece, tek başına kârlı bir alan olmadığı bilinen gazetecilik, ticari birtakım telafi ve destek araçları devreye sokularak gitgide iktidara yakın bir faaliyet alanına dönüşür. Ancak kâr-zarar mekanizması işlediği için, rekabette kimilerinin yok olup gitmesi mukadderdir; zira devlet teşvikleri yetmez, banka kredileri kullanılır ve geri ödemeler bir sorun olarak kendini gösterir. Etkisi 2000’lerin başına kadar süren dönemin kaybedenleri arasında Özal’la birlikte kazananlar başta gelir: Ahmet Özal, Asil Nadir, M. Ali Ilıcak, Erol Aksoy, Korkmaz Yiğit, Dinç Bilgin, Cavit Çağlar… Listeye son anda Uzan ailesi de dahil olurken, M. Emin Karamehmet ve Aydın Doğan ayakta kalanlar arasında yer alır.
Üçüncü evrede ise daha çok 2000’lere doğru İslami-muhafazakâr sermayenin güç kazanması ile Cumhuriyet’in başından beri iktidar sisteminin kenarında kalmış olan geniş bir toplumsal kesim, merkez medyada temsil edilmeye başlanır. Aslında daha evvel de İslami hassasiyete sahip kitleleri temsil etme iddiasıyla yola çıkan ve 1 milyon 400 binlik satışla günümüzde bile hâlâ kırılamamış olan tiraj rekorunu elinde bulunduran Enver Ören’in Türkiye gazetesi örneği vardır. Fakat Müslümanlığın medyada yozlaşması ile eşanlamlı olarak kullanılan “TGRT’leşmek” ya da “Ti-Ci-Ar-Ti’leşmek” sendromu da Enver Ören yönetimindeki medya grubu ile literatüre geçen ifadelerdir.
AK Parti döneminin iktidarı ile hız kazanan muhalif medyadaki hareketlilik veya diğer deyişle, muhalif medyanın merkeze yerleşmesinde, önce Albayraklar ve Kanal 7, ardından da Ahmet Çalık ve Ethem Sancak gibi yeni sermaye sahipleri rol oynadı. Mevcut manzara bir yanda Doğan ve Karamehmet gruplarının, diğer yanda Çalık, Sancak ve Albayraklar ile Zaman gruplarının temerküz ettiği bir medya mülkiyeti yapısını gösteriyor. Tabii bu resimde, liberallerin ilk kez Türkiye’deki sivilleşme ve demokratikleşme mücadelesinde ciddi biçimde ellerini taşın altına soktukları Taraf gazetesine de değinmek gerekir. Alper Görmüş editörlüğündeki Nokta ile başlayıp Taraf’ta somutlaşan belge gazeteciliği pratiğinin, bütün kusurlarına rağmen gösterdiği en önemli gerçek, Türkiye’de bugüne kadar gerçek anlamda gazetecilik yapılmadığıdır. Demek ki, daha önceki gazetecilik anlayışında iki ihtimal söz konusuydu: Gazeteye ulaşan belge ya doğrudan çöpe gidiyor ya da “En yararlı haber yayınlanmayandır” ilkesi(!) uyarınca şantaj amaçlı kullanılıyordu.
 
Mülkiyet Çeşitli, Biçim Tektip
Üç evre halinde özetlemeye çalıştığımız Türk medyasında mülkiyet dönüşümü, sermaye yapısına biraz daha çeşitlilik getirmiş olsa da, gazetecilik mesleğinin pratiğinde ve gazetelerin biçimine yansıyan haliyle, yine tektip bir yapıyı resmediyor. Bunun toplumsal beklentilerle ilgili boyutu, sözlü kültürden -yazılı kültürü atlayıp- hızla görsel kültüre geçiş gibi varsayımlarla açıklanabilir belki. Fakat gerçekte, gazetecilik tek başına kârlı bir alan haline gelmediği müddetçe mevcut görünümün düzelmesini beklemek zor görünüyor. Bu durum, ulusal medya için olduğu kadar yerel basın ve hatta internet gazeteciliği için de geçerli. Nasıl ki, ulusal basın yerelde gazetecilik yapmıyorsa, yerel basın da aynı şekilde, yerel gazetecilik yapmak yerine ulusal ölçekteki yayınların bir “mikrokopisi” olduğu izlenimini veriyor.
Son olarak, “yeni hal”e haksızlık etmeyip mülkiyet yapısındaki dönüşümle birlikte başlayan olumlu bir durumu tespit etmiş olalım. Bilindiği gibi, pek çok etik yasada “Gazeteciliğin iktidarın değil, kamunun yanında olması gerektiği” ilkesinden söz edilir. Sanırım, hükümetleri yıkıp kurmakla övünen merkez medyamız, söz konusu iktidar kavramının Türkiye’deki karşılığının, sadece halkoyu ile iş başına gelen siyasi iktidar değil, askerî-bürokratik ilişkilerin odağında teşekkül eden, daha tepede bir yapı olduğunu biraz kavramış görünüyor.

Paylaş Tavsiye Et