TÜRKİYE’DE demokrasi karşıtı oluşum, girişim ve uygulamaların tarihi, neredeyse Cumhuriyet’le yaşıt. Çok partili demokrasiye hangi koşullarda ve nasıl geçtiğimiz hepimizin malumu. Devletlular -şeklen dahi olsa- ülkenin demokrasiye geçmesi gerektiğine karar vermişler, ancak işlerin kendi kontrollerinden çıkmasını engellemek için de her türlü önlemi almaya özen göstermişler. Bu kimi zaman kendi direktifleriyle kurulmuş partileri kapatmak şeklinde olmuş. Kimi zaman da askerî darbeler şeklinde doğrudan müdahale yoluna gitmişler. Kimi zaman da sistemin işleyişinin kendi ideolojileri doğrultusunda devamını sağlayacak, temel aktörlerin kontrolden çıkmalarını engelleyecek, çift meclisli sistem, Anayasa Mahkemesi, TAY’lar, HSYK gibi Meclis dışı kurumları ihdas etmişler.
Amaç hukukun korunması ve yerleştirilmesi, insan hak ve özgürlükleri konusunda hassas bir yönetim sistemini kurmak değil de, tam tersine sistemi kontrollerinde tutmak isteyen dar bir çevrenin ideolojik ve sınıfsal konumlarını korumak olunca, bütün bu kurumlar da gerekli görülen anlarda sahne alarak kuruluş amaçlarına uygun davranmaktan çekinmemişler ve bu çerçevede yapıp ettiklerini de hukukun bir gereği olarak görmüşler. Görmeye de devam ediyorlar. Siyasetçilerimiz, bu çarpık demokrasi anlayışına ve uygulamasına karşı çıkmaktansa, şapkalarını alıp gitmeyi tercih etmişler. Temsilcisi oldukları geniş halk kesimlerinin taleplerini gerçekleştirmek, ülkenin demokratikleşmesi, insan hak ve özgürlüklerinin yerleşmesi için mücadele vermektense “devlet ideolojisi”ni merkeze alan çarpık bir demokrasi tarzının problemsiz bir şekilde uygulanabilmesi için halkın gözünü boyama görevini üstlenmişler. Böyle davranmanın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş koşullarında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaşatabilmek için en uygun çözüm olduğuna inanmışlar. Gelinen noktada ise Türkiye, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında oluşan yeni dünya koşullarında ayakta kalabilmenin mücadelesini veriyor.
Otuz iki kısım tekmili birden pehlivan tefrikasına dönen Ergenekon Davası, Kafes Operasyonu, Balyoz Darbe Planı ve bütün bunların üzerine kararlılıkla gidilmesinin özünde bu dönüşüm yatıyor. Yani yaşadığımız süreç, geçmiş dönemin siyaset anlayışlarının ve bu ideolojiden -dolayısıyla da kendilerinden- başka her şeyi devletin bekası için tehlikeli gören asker-sivil siyaset aktörlerinin bütünüyle devre dışı bırakılması gayretinin bir sonucu. Söz konusu anlayışlar ve sahiplenicileri devlet kademelerine o denli kök salmışlar ki, temizlemek o kadar da kolay değil. Tarafların karşılıklı el ense çekmeleriyle devam eden sürecin nasıl sonlanacağına ilişkin olarak hiç kimse –Türkiye için her şeyin daha güzel olacağına ilişkin iyimser beklentilerin ötesinde– şimdiden açık seçik bir şey söyleyemiyor.
17 Şubat’ta Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’in, Erzurum özel yetkili savcıları eliyle gözetim altına alınması ve sevk edildiği mahkeme tarafından tutuklanmasının ardından HSYK’nın bizzat kendisinin “özel yetkiler”le donattığı savcıların “özel yetkiler”ni oy çokluğuyla iptal etmesi, Türkiye’de yargı kurumunun ne denli ideolojik ve siyasal bir davranış içinde olduğu gerçeğini bir kez daha çarpıcı bir şekilde ortaya koydu. HSYK, savcıları neden özel yetkilerle donatıyor ve sonrasında da özel yetkiler verdiği savcıların bütün özel yetkilerini ellerinden alıyor?
Savcıların özel yetkilerle donatılması, ya suçun ya da suç işlediği iddia edilen kişilerin özel oluşlarındankaynaklanıyor olsa gerek. HSYK, bu tarz suçların ya da suç işlediği iddia edilenlerin sorgulanmalarının belli bir seviyede gerçekleştirilebilmesini denetleyebilme adına bu tür bir uygulamaya gidiyor anlaşılan. Bu çerçevede, HSYK’nın Erzurum savcılarına özel yetkiler verirken, bu yetkilerin hangi dava, hangi suç ve kimlerle ilgili olarak kullanılacağının farkında olduğunu varsaymamız gerekiyor. Dolayısıyla, asıl üzerinde durulması gereken husus, HSYK’nın, belirlenmiş kişileri ve suçu araştırmak üzere yetkilendirmiş olduğu savcıların bu “özel yetkileri”ni neden iptal etme ihtiyacı duymuş olduğudur. Söz konusu savcıları özel yetkilerle donatırken, bu savcılardan belli bir şekilde davranmaları ve belli bir kararı vermelerini mi bekliyordu? HSYK, “özel yetkili” savcıların, kendi beklentilerine uygun bir karar ve davranış içinde olmadıkları için mi söz konusu savcıların özel yetkilerini ellerinden alıyor ve bir anda onları, kendi görev alanlarına girmeyen işlere burunlarını sokan işgüzar birer savcı konumuna düşürüyor?
Bir hukuk devleti olmanın gereği olarak, ortada dolaşan iddiaların araştırılıp doğrunun yanlışın ortaya çıkmasını, suç ve suçlu varsa gerekenin yapılmasını beklemektense, HSYK’nın akıl almaz müdahalesiyle içinden çıkılmaz bir hal alan yargı krizi, elbette belli yargıları ve suçlamaları da gündeme getirdi: Adlarını artık tekrar tekrar yazmanın gereksiz olduğu bir kısım siyasetçi ve gazetecinin hislerine içlerinden birinin şu ifadeleri tercüman oluyordu: “Dün tutuklanarak Erzurum Cezaevi’ne konulan, İlhan Cihaner isimli Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı değil, doğrudan doğruya ‘hukuk’tur. Kavganın hedefi de -kaç defa yazdık- doğruca 1923 tarihli Atatürk Cumhuriyeti’ni Cemaat Cumhuriyeti yapmaktır.”
Aslında lafı çok uzatmaya gerek de yok. Artık alışıldık klişe laflar bunlar. Söz konusu çevreler; neredeyse İstanbul’un trafik problemini de, Neşe’nin kepek sorununu da aynen bu cümlelerle ele alma alışkanlığındalar. Kaldı ki, usulsüzlük yaptıkları suçlamasına maruz kalan savcılar, kovuşturmaya uğrayanların avukatları kadar hukuk sistemimizin inceliklerini biliyor olsalar gerektir.
Bazen bir konunun uzmanı olmamak, uzman olmanın beraberinde getirdiği dar bir alanda kalma riskini asgariye indirme anlamında kişiye bazı avantajlar sağlar. HSYK’nın yarattığı kriz de, böyle anlardan birisi. Meseleye -sınırlarını ve haddini bilerek- dışarıdan bakmak gerçekleri görebilmek açısından daha yararlı olabilir. Zira HSYK’nın çıkışıyla patlak veren krizi yargı usulleri çerçevesinde tartışmakla sınırlamak, ilk elde meselenin özünden uzaklaşmak anlamına gelir. Buradaki esas mesele, HSYK’nın söz konusu savcılara kullanmak üzere bu özel yetkileri hangi durumlar için verdiğidir. Başka bir deyişle, “özel yetkili” savcılar nasıl bir karar verselerdi “özel yetkiler”ine uygun davranmış olacaklardı? Savcılara özel yetkiler vermek ya da almak, elbette ki ilgili kanun çerçevesinde HSYK’nın yetkileri kapsamında. Ancak özel yetkiler verdikten kısa bir süre sonra, hem de “Bir başsavcıyı nasıl gözetim altına alır ve mahkemeye tutuklanmak istemiyle sevk edersiniz?” tarzında bir çıkışla yetkileri geri almanın anlamı ve gereği nedir? Bunun anlamı, Balyoz Darbe Planı’na yönelik hukuki girişimleri engelleme bağlamında yargının bağımsızlığına müdahaleden öte ne olabilir ki?
Gerçekte, yukarıda ülkeyi darbe koşullarına hazırlama planları çerçevesinde görev aldığı iddiasıyla hâkim karşısına çıkarılan bir kişinin bağımsız mahkemelerce tutuklanıp cezaevine konulmasını, “hukuk”un cezaevine konulması olarak değerlendiren ve bütün bunları Atatürk Cumhuriyeti’ne karşı bir savaş olarak gören zihniyetin istedikleri gerçekleşmiş olduğunda “hukuk” hapse atılmış olurdu. Cihaner dışarı, hukuk içeri! Dursun Çiçek dışarı, demokrasi içeri! Komutanlar dışarı, halk içeri! Hazretlerin demokrasi ve hukuk devleti anlayışı bundan ibaret!
HSYK öncülüğündeki yargı krizi bir sonuca bağlanamadan, demokrasi-cuntacılık mücadelesi -içlerinde emekli kuvvet komutanlarının da bulunduğu- elli civarında emekli ve muvazzaf subayın gözaltına alınmalarıyla yeni bir safhaya girdi. Bu yeni dalga, elbette her şeyden önce, hükümetin Türkiye’yi demokratikleştirme ve normalleştirme yönündeki kararlı duruşunun bir ifadesi olarak değerlendirilmeli.
Gerçekleştirilemeyen Balyoz Darbe Planı’nı örgütleyen kadrolara yönelik bu son dalgayı, Erzurum-Erzincan hattında ortaya çıkan yargı krizi dâhil, bütünüyle Ergenekon Davası’yla birlikte değerlendirmemek gerekiyor. Nitekim Genelkurmay Başkanı’nın operasyona yönelik tepkileri de bu çerçevede anlam kazanıyor. Belki çevreden merkeze doğru giden bir demokrasi karşıtı organizasyonun belli bir strateji dâhilinde aşama aşama dağıtılma sürecini yaşıyoruz. Belki de, bir noktadan sonra ayrışan ve farklı farklı yönlere sapan iki farklı oluşuma tanık oluyoruz. Bunları medyaya düşen haberlerden takip etmek pek de kolay değil. Ancak her ne olursa olsun, bu yaşananlar, sivil idarenin demokrasiye sahip çıkması anlamında geçmiş siyasetçilerden köklü bir biçimde farklılaşıldığı anlamına geliyor.
Cuntacı girişimlere artık yer olmadığının, en azından eski tarz cuntacılığa yer olmadığının altının çizilmesi gerekiyor. Silahlı Kuvvetler’in bu anlamda, demokratik bir ülkede haddini bilen bir konuma itilmesi, iç savaş ordusu olmadığının hatırlatılması ve kabul ettirilmesi önemli bir kazanım. Demokrasinin ve hukukun en önemli koruyucusu olması gereken adalet sisteminin de bu çerçevede yeniden düzenlenmesi bu kazanımı pekiştirecektir. HSYK’nın girişimleri, bu yöndeki bir açılımın da acilen hayata geçirilmesi gereğini bir kez daha ortaya koydu. Hükümetin ve Meclis’in bu problemi bir an önce çözmesi elzem. Fakat bu yolda, daha önce olduğu gibi, Hükümet’in yalnız olduğunu görmek de pek şaşırtıcı değil. Demokrasinin ve millet iradesinin temsilcisi olması, kendilerine verilen emaneti sonuna kadar savunması gereken muhalefet partilerinin, artık kendilerinin dahi ne anlama geldiğini bilmedikleri, her tarafını delik deşik ettikleri bir çarpık bilinç adına, bütün bu gelişmelere sırtlarını dönmeleri, hatta köstek olmaları demokrasi ve milletin egemenliği adına çok acı verici bir durum. Demokrasi karşıtı oluşumların ve girişimlerin birer birer açığa çıkarılmasına rağmen, demokrasi ve hukuk yerine bu girişimleri ve cuntacıları sahiplenici ve kollamacı tavırlar, eninde sonunda kendilerini de bitirecektir.
Paylaş
Tavsiye Et