ŞAİR-İ şehirimiz Sezai Karakoç mümin bir kalbin duyduğu sevgiyi ne de güzel söylemiş: “Leylâ’yı götürüp Londra’nın ortasına bıraksam/Bir bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur/… Okuyla yayıyla yaylasıyla acımasıyla/Leylâ diyorsam şu bizim gerçek Leylâ/Biz seni işte böyle seviyoruz Leylâ/O gitti bize ağlamak kaldı kala kala”. Yirmi birinci asrın hakikaten daralmış şu vakitlerinde, insan neslinin devamı için aralarına ilahî muhabbet konulmuş erkek ve kadınlar, birbirlerini bir market ürünü gibi tüketmeye o kadar alıştılar ki, senede bir gün, gönülden gelmese de, birbirlerini hatırlıyorlarmış gibi yapıp çocuk avutuyorlar. Aynı avuntu, aynı kavruk gönüller, anneler ve çocukları arasında da gitgide yayılıyor. Ortaokul yıllarımda, yöremizdeki deyişiyle sınıfımızın daha ‘sosyete’ kesiminden gelen arkadaşlarımın Anneler Günü’nde anneleri için ne tür hediyeler alacaklarını tartışmalarını ve annelerine sevgilerini ifade edebilmek için yazdıkları ‘kafiyeli’ şiirlerini hayal meyal her hatırlayışımda derin bir yabancılık duygusu bir anda etrafımı sarıverir. Anaların yine senede bir gün hatırlanabilecek şekilde ‘kodlanması’ gerçekten zoruma giderdi. Anneme hiçbir zaman onu ne kadar sevdiğimi süslü olarak söyleyememiş olsam da, anneler gününde, onu o güne mahsus hediyelerle ‘hatırlamayışım’ aramızda hiçbir zaman sorun oluşturmadı. Çünkü anneler ve çocuklar arasındaki o ilahî sıcaklık ve muhabbet senede bir günü aşan bir mahiyet taşıyordu çocuk kalbimde. Anne, bir dingin ve huzurlu ülkeydi her zaman yanı başımda. O nedenledir ki, cennet -yani o dingin ve huzurlu diyar- o anaların ayakları altındadır ve çocuklar o anaları o yükseklikten indirmemekle mesuldür. Seneler sonra üniversite talebesiyken Albert Camus’nün Yabancı romanındaki kahramanının annesinin ölümüne bir ölü soğukluğunda (tepkisiz kalarak) verdiği tepkiyi okuyup havsalamda canlandırınca yaşadığım dehşeti de hiç unutamam. Muhtemeldir ki, o kahraman da senede bir gün kabilinden küçük bir söz yahut hediye ile annesinin “gönlünü alanlar”dandı ve fakat gönüller arasındaki rabıta kalkıp, o ilahî sıcaklık soğuyup gidince annelerin önüne dünyayı koysanız da nafiledir. Anne ve çocuk sarsılmaz bir bağdır çocukların kalbinde. Şair-i şehirimizin o muhteşem dizelerindeki gibi: “Sana Tanrı armağanı/Desem uyur musun yavrum/Geleceğin kahramanı/Desem uyur musun yavrum”.
Sevgililer Günü adıyla nam salan 14 Şubat günü, günler öncesinden başlayarak bir âlâ-yı vâlâ ile her sene gelip geçiyor; sevgili olmanın içerdiği yüksek ahlaki sorumluluğun ayırdında olmaksızın. Sevgiyi ifade etmek, özünde insanın belki de en yüksek ahlaki sorumluluk içeren eylemlerinden biri olması nedeniyle, bireyin dünyasında çok hususi bir mevki işgal eder. Max Scheler’in çözümlemesini hatırlarsak, aracısız bir yöntemle ötekini hissedebilmek ve kişiye en yüksek yoğunlukla ötekini (neredeyse) nesnel biçimde gözlemleme imkânı veren sevme eylemi, insanın maneviyatında bastırılmış halde uyumakta olan o sonsuz enerjiyi harekete geçirip ruhun yüce işlerinin hizmetine sunabilir. Bu harekete geçme, Scheler’e göre, insanı diğer tüm canlılardan ayıran yegâne farklılık ve ahlakın da temelidir. Sevgi, ötekini anlamanın, belki de aracı olmaksızın hissedebilmenin; böylece onun ahlaki ve ferdî yüceliğini fark etmenin tek yolu olması nedeniyle insan karakterinin kemale ulaşabilmesi için de anahtar bir unsurdur. Günümüzde duyarsız, hissiz, idraksiz, gönülsüz ve merhametsiz pek çok insanın artık neredeyse sıradan bir hakikatmiş gibi mamul/malum bir şey haline gelmesi, sevginin insan karakterinin teşekkülünde yeri doldurulamaz bu temel özelliğinin küçümsenip her yerden kapı dışarı edilmesiyle doğrudan ilişkilidir. İnsanları sevmenin, yüksek bir ahlaki standarda ulaşabilmenin kaçınılmaz ve en önemli basamağı olduğu hakikati öğretilmediği içindir ki, modern insan yalnızlık kuyusundan çıkamıyor. İnsanın maneviyatında uyuyan sonsuz enerji, gönüllerden çıkarılan sevginin bir tüketim kalıbı içinde anlamlı hale gelmesiyle, egoizm, yoz bireycilik, yıkıcı rekabetçilik gibi değişik öğretiler altında üzerine kapaklar çivilenerek kapatılıyor. Ruhun kuruması, sosyal mevkiler artsa bile katlanarak devam ediyor.
İnsanların birbirlerini anlamakta bu kadar aciz, birbirlerini harcamakta bu kadar kolaycı olmaları sebepsiz olmasa gerek. Varlığı, emeği, insanlığı, dostluğu bir “değişim değerine” indirgeyen kapitalist ahlak (varsa öyle bir şey) nihayetinde insan bedenini ve bu bedende taşınan ruhu da bu kervana katınca, tüketilmeye müsait bir karakteri tedarik edecek araçları da dünya çapında örgütlemeyi inanılmaz bir hızla başardı. Şefkatsiz ve merhametsiz nesillerin vurdumduymazlığı, her şeyi bir değişim değeri içerdiği ölçüde kıymetli sayan bakışın sıradanlaştırılmış olmasından ötürü harcıâlem bir şey haline geldi. Yahudi-Hıristiyan ve seküler-dindışı kültürün kutsalları ve bağlılıkları, bu uğurda kılıktan kılığa sokularak karşımıza dikilirken, daha ses etmeye vaktimiz kalmadan birdenbire bu tüketimin ‘özne’lerine dönüştürülüveriyoruz. Artık bir din olmaktan, yani yaratılmış ve sanki yeryüzüne gelen ilk insanmış gibi insanı ilahî hakikate ve tek Allah’a kulluğa götürecek bir yol olmaktan çok, bir karnaval garnitürüne dönüşen Hıristiyanlığın ve seküler-dindışı kutsalların hükümranlığı altında yaşıyoruz. Vakti zamanında azizlere adanmış günler, yortular, yırtıcı kapitalizmin küresel dolaşım metaları halinde Anneler Günü, Sevgililer Günü, bilmem ne günü derken bizleri esir alıyor ve gönülden muhabbet, kafadan akıl, yuvadan sıcaklık kuş olup uçuyor. Sevginin senede bir gün kabilinden, insanların birbirlerini daha fazla tüketebilecekleri bir ‘şey’ haline getirilmesinin bedeli, görmeyen gözler, hissetmeyen kalpler, duymayan kulaklar, idrak edemeyen akıllar olarak karşımıza çıkıyor. Müslümanların Leylâ’sı da bu arada yerini, Aziz Valentin’in yavuklusuna bırakmak üzere. Asrın evlatlarının tahtından indirmek istedikleri Leylâ, o soylu endam, ne senede bir güne ne bir ömre sığmayacak engin zarafetiyle gönüllerdeki köşkün yegane sahibi olarak, gerçek inananların gönlünde yaşayıp gidecek. Sevgiyi, şair-i şehirimizin Küçük Na’t’ındaki şu dizelerindeki manasıyla kavramak bu oyunu bozmanın yegâne yolu: “Göz seni görmeli ağız seni söylemeli/Hafıza seni anmak ödevinde mi/Bütün deniz kıyılarında seni beklemeli/Sen eskimoların ısınması sevgililer mahşeri”.
Paylaş
Tavsiye Et