GAZETECİLİK mesleği söyleminin, piyasa ve egemen sosyal güçlerin derin etkisi altında şekilleniyor olması günümüz dünyasında sıradan bir malumattan öteye geçmez. Fakat bu tür sosyal/siyasal güç ilişkilerinin güdümü altındaki gazeteciliğin, toplumsal hayat üzerindeki baskı gücünün ve yeniden üretimine katkıda bulunduğu kültürel dışlayıcılığın sosyal hayat üzerindeki etkileri ayrıntılı bir sosyo-analizin konusudur. Bağımsız gazeteciliğin, haber yapım sürecinden günlük olayların yorumlanmasına kadar incelikli bir demokrat söylemi üretmesi ve korumasının etik zorunluluğu ile güdümlü gazeteciliğin, muhafızı olduğu sınıfsal çıkarları korumak uğruna kanaat mühendisi yazarlarının o çokbilmiş şaşmaz otorite konumlarının ikiyüzlülüğü yoluyla üreteceği baskının dili birbirine zıt çıkarlara hizmet eder. Bu açıdan gazeteciliğin söylemi, gündelik gerçekliğe en hızlı ve doğrudan müdahalenin aracı olması nedeniyle belirli etik ilkelerin en sert şekilde uygulanması gereken çıkar bağımlı bir strateji alanıdır. Gazetecilik asla masum bir meslek değildir; çünkü elinde tuttuğu baskı araçlarının gücü, amacını fazlasıyla aşan bir muhtevaya ve etkiye sahiptir.
Bu gücün, Türkiye’de en acımasız bir şekilde kullanılması, toplumun değişik kesimlerince o kadar içselleştirilmiştir ki, bu güç altında maruz kaldıkları sembolik şiddet neredeyse sıradanlaşmıştır. Yüksek tirajlı gazetelerde üretilen semboller aracılığıyla değişik hayat tarzları arasındaki farkları ideolojikleştirme, bir toplumsal etik yoksunluğunun ve sorumsuzluğunun şahikaları olarak zuhur etmektedir. Türkiye’nin yüksek tirajlı gazetelerinin pek çok muteber yazarının, bu etik yoksunu sorumsuzluklarına, ait oldukları sınıfsal temele istinaden “beyaz-ötesi Türk oryantalizmi” demek en uygunu. Türkiye’nin hâkim sınıfsal düzeninin kültürel ideolojisi olan bu temayül, mevcut baskı gücünü kullanarak bir toplumsal çevreyi mütemadiyen aşağılamaktadır. Aşağılanan bu kesimler Garibanlar ve Türbanlılardır. Başörtüsü sözcüğünü kullanmak yerine, türban sözcüğünü kullanarak yaratılan dışlama siyaseti, bu kesimlerin zihnine sembolik bir aşağılanmayı ve dışlayıcı bir ötekileştirmeyi mayalamaya çalışmanın stratejik bir yoludur aynı zamanda. Kendi siyasal kârlarını bu kesimlerin politizasyonu ve dışlanması üzerinden üreten bu söylemin sahipleri için makbul Türk, çamaşır makinesinde renk vererek iyice beyazlamış Türk’tür. İçlerinde türbanlı olan veya olmayan Garibanlar ile yine içlerinde gariban olan veya olmayan Türbanlılar, gazetecilik söyleminin baskı gücü yoluyla bu dışlama ve aşağılama siyasetinin “kurucu dışarı”sını temsil ederler.
“Kamusal Şey”e Garibanlar ve Türbanlılar Giremez!
Toplumsal iktidarı elinde tutmanın ve manipüle etmenin aracı olarak sembolik mücadelenin teorik nesnesi mesabesindeki kamusal alan kavramı, Türkiye’deki bu iki kesimi dışlamanın stratejik anahtarı haline gelmiş durumdadır. Türk iktidar seçkinlerinin kendi sınıfsal narsisizmlerinin nesnel koşullarına bağlı olarak geliştirdikleri bu kamusallık söylemi, aynı sınıfsal çıkarın muhafazası için de kullanılmaktadır. Eğitim, ekonomi ve kültür mekanizmalarından mümkün olduğu kadar sistematik bir tarzda dışlanan bu kesimlerin, hâkim sembolik düzen içinde ‘normal’ olarak görülmeleri neredeyse imkânsızdır. Bunlar ya adlî haberlerin ya devleti ele geçirmenin ya da kültürel dışlamanın konuları olarak görünür ve sunulurlar; televizyon ve gazetelerin ‘normal’i içinde görünürlüklerine imkân tanınmadığı gibi ‘sesleri’ de iyice kısılmıştır. Dışlanmanın mağdurlarıdırlar esasen; fakat onlar bu dışlanmanın anormalliğini anlamaya çalışırken, şaşmaz gazete otoriteleri onları güç lobileri olarak, sistemi ele geçirmek için iktidara sızan gizli toplumlar olarak yansıtır. Bu yansıtmanın diğer adı hakikatin perdelenmesidir. Hayat tarzları arasındaki tamamen doğal farklılıklar büyük gazete editörlerinin “içine oturur”: “Bu Garibanlar mı bizi temsil edecek! Denize donla giriyorlar, yetmiyor bir de kapılarının önündeki ayakkabılar çamurlu.” Beyaz-ötesi Türklerin sınıfsal temsiliyetinin sembolik ve iktisadî olarak hâkim konumunu kaybetmemesi için gazeteciler haddizatında mensubu da oldukları bu sınıfların gönüllü savcılarına dönüşür. Yoksullar, garibanlar, türbanlılar gazeteciliğin söylemsel ve sembolik baskı gücünü kullanan şaşmaz otoritelerin seçkinci dışlama söylemleri yoluyla sistemi tehdit eden gulyabanilere dönüşüverirler. Onlar, kendi hayatlarında mücadele etmek zorunda oldukları her yerden dışlanmışlık ve acılarla başa çıkmaya çalışırken birden bire gizli ideolojilerin toplumsal öznelerine dönüşürler çokbilmiş gazetecilerin dilinde. Onlar artık 21. yüzyılı tehdit eden Türbanizm ve Garibanizmin, 19. yüzyılın oryantalist imajları içinde yeniden üretilmiş oldukça efsunlu ve gayet tehlikeli ideolojik özneleridir. Haklarını savunacak, seslerini duyuracak namuslu gazeteciler ararken; bu dışlama, ötekileştirme yoluyla haklarını savunamaz ve seslerini duyuramaz hale getirilirler. Çünkü çalışmadan sızlananlardır onlar; gariban edebiyatı yaparak hiçbir şey üretmeden ulufe talep edenler yahut türbanlarıyla bütün beyaz-ötesi Türk estetik zevkini inciten tehlikeli arkaik özneler. Beyaz-ötesi Türklerin narsist aynasında çok fena gözükürler çamurlu ayakkabılarıyla. Gazetecilerin bu konumu, Ramon Gomez de la Serna’nın “Hatta bir aynanın içinde boğulmuş çok insan vardır” deyişini hatırlatıyor ya da Weber’in “Herkes kendi kalbinde olanı görür” sözünü.
“Beyaz-ötesi Türk” gazetecilerin hâkim ilişkiler ve iktidar düzenini koruma güdüleri ile toplumun dışlanan kesimlerinin beklentileri arasındaki makas açıldıkça, gazeteciliğin zaten pek şüpheli itibarı iyiden iyiye silikleşiyor. Düzenin kanaat mühendisi savcıları oldukça bu makasın daha da açılmaması muhal. Bosna Savaşı sırasında sağcı Fransa Savunma Bakanı şöyle diyordu: “Sayın basın mensupları, Saraybosna’yı o mükemmel yayınlarınızla sizler kurtaracaksınız!” Bu tür sözleri duymaya alışmış Narkissos’un aynalarında boğulmuş gönlüdar gazetecilerin aşka gelmemesi imkânsız tabii. Bu telkinler, hâkim sınıfsal düzeni korumak adına bir misyona (medenileştirme misyonu) dönüştüğünde, beyaz-ötesi Türklerin tiksindirici oryantalizmleri daha bir pespaye oluyor. Ama biz yine de, Mallermé’nin dediği gibi “Yardım edelim Ejderha’ya, gözünün önündeki sis perdesini dağıtsın”.
Paylaş
Tavsiye Et