BİR barış planının ne kadar iyi hazırlandığından çok ne kadar uygulanabilir olduğu önemlidir. Hele ki, bu barış planı Filistin-İsrail çatışmasına yönelik olarak hazırlanmışsa, planın uygulanabilirliği diğer bütün unsurlardan çok daha büyük önem kazanır. Yüzlerce diplomat ve uyuşmazlık çözümleme uzmanının günlerini vererek hazırladığı planlar, bir liderin tavrı veya bir eylemcinin stratejik bir noktada yapacağı eylemle çok büyük yaralar alabilir. Nitekim, 1947’den bu yana devam eden Filistin-İsrail çatışmasının aralarına serpiştirilmiş barış görüşmeleri yukarıda sarf ettiğimiz sözlerin bir kurgu olmadığını kanıtlar. Yapılan her barış teşebbüsünün, bahsi geçen sorunlarla mütemadiyen karşı karşıya kalması çok ilginçtir! Bütün bunları bir tarafa koyarsak Yol Haritası’nın bir barış planı olup olmadığı da tartışmalıdır. Zira Filistin ve İsrail arasındaki mülteciler, yerleşimciler ve Kudüs’ün statüsü gibi temel meselelere çözüm sunmayan bir belgenin barış planı olarak adlandırılması mümkün değildir. Böyle bir belge en çok sorunlara çözüm öneren kapsamlı bir barış planının altyapısını hazırlayan yardımcı bir çalışma olabilir.
Geçtiğimiz aylarda barış çabaları zincirine eklenen yeni bir halka olan Yol Haritası’nın daha önceki çabaların akıbetine uğrayıp uğramayacağı merak konusu. Bu konuda kehanetini göstermek isteyenlerin öncelikle cevaplaması gereken birkaç soru var. İlkin, bundan önce yapılan barış görüşmelerinin içinde geliştiği uluslararası koşullarla bugünkü koşulların benzer olup olmadığı; yani Yol Haritası’nın uygulanabilir bir ortamda ortaya konulup konulmadığı sorusu cevaplanmalıdır. Sonra Yol Haritası’nın esas aldığı kaynaklar ve izlediği yöntem itibariyle diğer barış çabalarından farkı olup olmadığına bakılmalı. Bu soruların cevapları eski barış girişimlerinin neden başarısız olduğunu anlamamıza yardımcı olacağı gibi, yeni barış girişimi ile ilgili bir değerlendirme yapmamıza da yardım eder.
İçinde bulunulan şartlar göz önüne alındığında Orta Doğu’da barışı tesis etme çabaları Nasreddin Hoca’nın gölü mayalama çabalarından daha ümit verici bir iş değil.
İlkin, İsrail’de radikal sağın (ki azımsanmayacak bir sosyal tabana sahiptir) bir görüşünü ele alalım. Akademik camiada “sıfır toplamlı oyun” olarak bilinen bu görüş; bir tarafın kazancını diğer tarafın kaybı olarak kabul eder. Bu tanıma göre, bir tarafın alacağı her karar, diğer tarafın çıkarlarını doğrudan ilgilendirir. Örneğin Filistin tarafına verilecek her taviz İsraillilerin kaybı sayılır. Diğer yandan durum Hamas ve İslami Cihat gibi örgütler için de pek farklı değildir. Bu örgütler İsraillilere verilecek bir tavizi, kendileri için bir kayıp sayarlar. Hal böyle iken, her iki toplumu temsil eden liderlerin barış adına vereceği tavizler tabanda karşı tarafa bahşedilmiş bir zafer olarak algılanır. Bu da liderlerin ülke içinde popülerliğini düşürür ve meşruiyetini tartışmaya açar. Bu açıdan Şaron gibi Filistinlilere karşı tavizsiz tutumuyla ün kazanan ve bu özelliği sebebiyle iktidarda bulunan bir liderin taviz vermesi onun için siyasi bir risktir. Mahmud Abbas’ın vereceği tavizler ise zaten sınırlı olan halk desteğini iyice düşürür.
İsrail ve Filistin’de düzenin istikrarsızlık üzerine kurulmuş olması ise ikinci önemli unsurdur. Küçük bir ihtimal de olsa bütün taraflar barışa ikna edilirse 1947’den beri süren düzenin tekrar yapılandırılması gerekir. Başta İsrail olmak üzere stratejilerini bölgedeki karmaşaya ve istikrarsız ortama dayandırarak uygulayan bazı devlet, kişi ve grupların barışı uygulama konusunda gönülsüz olacakları açıktır.
Barışı engelleyen unsurların sonuncusu, teklif edilen belge kabul edilse bile, eşit şartlarda sağlanan bir barış olamayacağı düşüncesidir. Filistin tarafını destekleyen Irak, Suriye ve İran’ın İkinci Körfez Savaşı’ndan sonra farklı sebeplerle konuyla ilgilenemeyecek durumda olmaları veya bırakılmaları Filistin tarafını masada desteksiz bırakmıştır. Yine İkinci Körfez Savaşı sırasında BM’nin etkisiz hale getirilmiş olması, üçüncü bir tarafın barış görüşmelerinde dengeleyici olarak etkin rol almasını zorlaştırmaktadır.
Barış Süreçleri ve Yol Haritası
1990’a kadar Orta Doğu’da yapılan barış görüşmelerinin ortak özelliği sona eren savaşlardan sonra bölgede geçici sükuneti sağlama çalışmalarıdır. Bunlara 1967 ve 1973 Savaşları sonrası yapılan görüşmeler ve Lübnan sınırında Hizbullah’la yapılan düşük yoğunluklu savaş örnek verilebilir. Orta Doğu’da sistemsel değişiklikler ancak 1990’dan sonra Soğuk Savaş’ın bitmesiyle gündeme geldi. Madrid Süreci, Oslo Antlaşması ve II. Camp David Antlaşması yeni dönemin taraflara yönelik uzlaştırma teşebbüsleridir. Ancak süreç, İsrail tarafından amacından saptırılarak ve yavaşlatılarak etkisiz hale getirildi. Afganistan ve Irak Savaşları sonrası bölgede doğrudan ve daha etkin bir güç sahibi olma peşinde olan ABD, Yol Haritası’nı gündeme getirerek Madrid Süreci ve II. Camp David’ten sonraki üçüncü barış atağını başlattı.
Gerek Yol Haritası ve gerekse de daha önceki barış görüşmeleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 sayılı kararlarını esas alırlar. Her iki karar da çatışmaların durdurularak İsrail’in 1967’den beri işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesini öngörür. Yol Haritası ayrıca BM Güvenlik Konseyi’nin 1397 sayılı kararı, Mitchell Raporu ve Tenet Planı gibi benzer yaklaşımlar sergileyen yakın dönem belgelerini de içine alan bir yaklaşım geliştirmiştir. Ancak bu referans noktalarını taraflar farklı şekillerde yorumladığı için bugüne kadar bu esaslar üzerine kurulu bir barış antlaşması sağlanamadığı gibi, bundan sonra da sağlanacağına dair ümit vermemektedir. Yol Haritası’nın bir zaafı olarak görülebilecek ve üzerinde uzlaşılamayacağı anlaşılan referans noktalarının daha açık kararlarla yenilenmesi gerekir.
İzlediği yöntem açısından bakıldığında ise Yol Haritası’nın, 1990’dan sonra yapılan Madrid Süreci ve Oslo Antlaşması’ndan farklı olarak, bütün tarafları tek masa etrafında toplayarak bütün konuları çözmeye çalışmadığını görürüz. Üç aşamalı belgede önemli konuların konuşulacağı uluslararası konferans, 2005 yılında uygulanması planlanan üçüncü aşamaya konulmuştur. Yol Haritası, barışın sağlanabilmesi için birer gereklilik olan; ancak daha önceki dönemlerde uygulanmayan iki ana unsuru öne çıkarır. Bunlardan ilki bir Filistin Devleti’nin kurulması, diğeri ise görüşmeler sırasında sıcak çatışmaların meydana gelmemesidir.
Yol Haritası’nda, bir Filistin Devleti kurularak nihai görüşmelerin yapılacağı üçüncü aşamada eşit müzakere şartları sağlanıyormuş izlenimi verilmiştir. Ancak Yol Haritası’nda geçtiği şekliyle Filistin Devleti, kabul edilebilir bir devlet tanımına uygun değildir. Çünkü devlet tanımının asli unsurlarından olan; toprak bütünlüğü, egemenlik hakları gibi konular ya planda muğlak terimlerle ifade edilmekte ya da Ariel Şaron’un Yol Haritası’na itirazlarını dile getirdiği 14 şarta takılmaktadır. Yol Haritası’ndaki Filistin Devleti “bağımsız, kendine yeten, ve egemen” olarak tanımlansa da Şaron’un çekincelerinde belirtilen “askerden arındırılmış, hava sahasının kontrolü İsrail’de olan, vs.” bir devlet düşünülemez. Filistin Devleti ile ilgili muğlak maddeler, bu devletin masada şekilleneceği ve bu süreçte pek de pazarlık şansı bulunmayan Filistin yönetiminin zor zamanlar geçireceği izlenimini vermektedir. Ayrıca öngörülen devletin bütün silahlı grupları tek bir otorite altında toplaması ve bütün mali denetimi tek bir çatı altında düzenlemesinin İsrail’i birçok grupla uğraşmaktan kurtararak tek bir yapıyı kontrol altında tutma rahatlığına erdireceği iddiaları da göz ardı edilmemelidir.
Sıcak çatışmaların meydana gelmemesi ise İsrail tarafınca “mutlak sükunet” olarak adlandırılmaktadır. “Mutlak sükunet”in, İsrail tarafından nasıl belirsiz bir hale getirildiğini Oslo sürecindeki tecrübelerden yararlanarak açıklayabiliriz. Mutlak sükunet hiçbir Filistinlinin büyük ya da küçük herhangi bir huzur bozucu eylem gerçekleştirmemesidir. Bu tanım bir bombalama veya silahlı çatışmayı kapsadığı gibi bir Filistinli işçinin çalışmak üzere İsrail sınırını izinsiz geçmesini de kapsamaktadır. İsrail ,daha önce yaptığı gibi, en ufak bir huzursuzlukta “mutlak sükunet” şartını ileri sürerek barış sürecini askıya alabilir.
ABD, Orta Doğu’da barışı sağlamayı kendisi için önemli bir prestij meselesi haline getirdi. Bu sebeple Yol Haritası’nın başarıya ulaşması için elinden geleni yapıyor, çatışan taraflara ve bölgedeki ülkelere bu konuda baskı uyguluyor. Ancak baskılar sonucunda tesis edilecek bir barışın uzun ömürlü olamayacağı aşikârdır. ABD baskısının kalkmasından sonra bölgedeki çatışmalar daha da büyüyerek yeniden baş gösterebilir. Orta Doğu’da kalıcı bir barışın tesisi ancak bölgenin demografik yapısı, devletlerin sınırları gibi temel unsurlarda yapılacak hakkaniyete dayalı düzenlemelerle mümkün olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et