NURİ Bilge Ceylan’ın bol ödüllü filmi Mayıs Sıkıntısı değil konumuz. Onun Fransa’da, Cannes Fim Festivali’nde ikincilik ödülü kazanan filmi Uzak’ın da konumuzla uzaktan yakından ilgisi yok. Son günlerde, basına yansıdığı kadarıyla Fransızlar oldukça dertli. Nasıl olmasınlar ki! Eski Kıtada, tarihin akışına yön verme misyonuna soyunduğu her fırsatta Fransa’nın karşısına, iki ezelî rakipten biri, Almanya veya İngiltere çıkıyordu. Elde malzeme olarak kala kala, Cumhuriyet getirecek derken önce Robespierre giyotinini ve Jakobenizmi -ki bugün Fransa’da 5. Cumhuriyet yaşanmaktadır-, arkasından Napolyon konsüllüğü ve imparatorluğunu doğuran 1789 Burjuva Devrimi kalıyordu. Bonapart’ın dize getirdiği Avrupa monarşileri Waterloo Zaferi sonrası 1815’te Viyana’da bir araya gelerek başlattıkları Restorasyon süreci ile Fransa’yı, II. Dünya Savaşı’nın ardından Hitler’in yıkılışıyla cezalandıracakları Almanya’nınkine benzer bir konuma düşürüyorlardı. Sömürge yarışında Britanya Krallığının, askerî ve endüstriyel güç olma konusunda Almanya’nın gölgesinde kalan Fransa; Kıta Avrupası’nda belirleyici stratejik güç olma fırsatını II. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın teslim olması ve İngiltere’nin de Dünya egemenliğini okyanus ötesinden gelen müttefik ABD’ye devretmesiyle ortaya çıkan konjonktürde bulur gibi oldu. Geçmişte, Almanlar askerî ve teknolojik ağırlıklarını, İngilizler ise sağlam diplomasi birikimlerini ve emperyal tecrübelerini stratejik ve siyasal güce dönüştürmeyi becerebilmişken, yüksek estetik duygusuna, entelektüel kaliteye ve medenî hukuka (Droit civil) sahip olmakla övünen Fransızlar bütün bu özellikleri, kendilerini Avrupa’da yegane söz sahibi yapacak bir siyasal nakite tahvil etmekte zorluk çekiyorlardı. Bazı tarihçileri, “milat” kabul ettikleri Fransız Devrimi’ni yeryüzünün görüp göreceği en önemli olay saysa da, aslında onun hediyesi olan milliyetçilik, daha kozmopolit ve aydınlanmacı bir dünya hedefleyen modernite için bir sapma olarak görülüyordu.
Alman işgalinden ve işbirlikçi Vichy hükümetinden Amerikan yardımıyla kurtarılan Paris, savaş boyunca yurda Londra’daki radyo istasyonundan seslenen General Charles de Gaulle’ün şehre muzafferane girişini selamlarken aynı zamanda yeni bir dönemi de selamlıyordu. Müttefiklerin kurtararak minnet altında bıraktığı Fransa, bundan sonraki rotasını, Avrupa uluslarının -tabii ki Fransa’nın önderliğinde- birleşerek etkili bir küresel aktör olmalarını sağlayacak çabalara çevirmişti. Nasıl olsa, ulusal onur meselesi haline gelen Alsace-Lorraine ülke toprakları içinde kaldığı için artık Almanya ile dostluk kurmanın da sakıncası yoktu.
Dışta BM ve NATO gibi uluslararası organizasyonlarda inişli çıkışlı da olsa ABD’nin küresel politikalarına taş koymaya çalışan Fransız siyaseti, içte ise Jean Baudrillard, geçen sonbaharda ölen Pierre Bourdieu, Ignacio Ramonet, Serge Halimi, Marc Guillaume, müzmin protestocu çiftçi José Bové gibi eylemciler, post-modernistler ve neo-marksist aydınlarıyla küreselleşme karşıtı ve AB yandaşı bir blok ile destek bulmuş durumda. Bu yüzden, ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırısına solcu Le Monde ve Libération gazetelerinden sağcı Le Figaro’ya; Kilisenin yayın organı La Croix’dan eski tüfek komünist L’Humanité’ye ve de anarşist Charlie-Hébdo’ya varıncaya kadar bütün bir ülke basınının koro halinde lanetler yağdırması beklenmedik bir tepki değildi. Ancak, üzerinde düşünülmesi gereken soru, bu işgal karşıtı duruşun alkışlanacak bir insanî tavır sayılıp sayılmaması gerektiği sorusudur. De Gaulle’ün işkence ve toplu katliamlara uğrattığı eski sömürgesi Cezayir’in 1961’de bağımsızlığını kazanması ve BM’de kendine destek bulması üzerine, bu ülkeye yaptığı ziyarette halka, “Sizi anlıyorum!” (Je vous comprend!) diye seslendiği meşhur konuşmasını ne kadar dürüst bulup alkışlayabiliyorsak, Fransa’nın bugünkü tavrını da aynı ölçülerle, yani reel-politiğin acımasız ölçüleriyle değerlendirmek yerinde olacaktır. Fransızların dün Vietnam, Falkland, Bosna Hersek; bugünse Çeçenistan, Irak sorunlarında sergiledikleri entelektüel katkılı üçüncü dünyacı muhalif tutum, sömürge topraklarda işledikleri günahlar için iş işten geçince yapılan bir Firavun tövbesi bile değil; aksine küresel paylaşım pastasının göz göre göre elden kayıp gidiyor oluşunun verdiği eziklik duygusundan kaynaklanan tepkisel bir tutumdur. İşte şimdilerde Fransa’yı “mutsuz” kılan da bu kaybetme psikolojisidir. Ve belki, ılımlı solcu, haftalık Le Nouvel Observateur dergisinin editörü Jean Daniel’e aşağıdaki yorumu yaptıran da...
“Mutlu ülkelerin tarihi olmasa, bir tarihe sahip olan tek ülke Fransa olur. Ve bugün bu tarih ne Saint-Petersburg’ta, ne Cenova’da, ne Evian’da ve ne de Şarm’eş-Şeyh’de Fransa için cereyan etmiyor. Yönetilmesi güç veya saldırgan, ayaklanmacı veya dik kafalı her türden Fransız, hükümeti geri durmaya zorluyor ve sonra bunu bir zafer sayıyor. Fakat onların yöneticileri ne sokakta, ne de parlamentoda gerçek bir alternatif sunmaksızın dolaşıyorlar. Bu da demokrasilerde adlandırdığımız şekliyle bir maceradır. Fakat her şey fazlasıyla hoş olan şu mayıs ayının suçu. Bir sürü resmî bayram vardı, havalar çok güzeldi ve bakanlar da fazlasıyla sakardı.”
Devamında Bush’un “inanılmaz ve dayanılmaz” yalanlarından, İngiliz-Amerikan basınının ve hükümetlerinin ikiyüzlülüğünden ve bir dizi aydının Irak’a saldırı konusunda üzerlerine düşeni yerine getirmediklerinden bahseden J. Daniel, Bourdieu’nun “birbirini kollayan elitist gazeteciler” tesbitini haklı çıkaracak biçimde sanki basını aklama faaliyetine girişiyor gibiydi:
“Gazeteciler günlük zabıt katipleri, dolayısıyla geçici oldukları hissine sahipler. Fakat şeytani bir manipülasyonun ‘acar’ aletleri olmaları gerektiğinde meslekten geriye pek bir şey kalmıyor. Yine de avutucu olan; gerçeğin önceden kestirilemeyen bir süratle gelmesi. Washington ve Londra’nın merhametsiz yalanlarının en önce sorgulanmaya başlandığı yer Anglo-sakson medyası. Emin olmasak da, Clinton’ın zina olayında söylediği yalanları cezalandırmış olan Senato, en az onun kadar ciddi olan Bush’unkileri benimsemiş görünüyor.”
Le Monde’dan Claire Tréan ise, Irak işgali sonrası Fransız dış politikasının içine düştüğü açmazları analiz ettiği, “Jacques Chirac Evian’da G-8 Zirvesi Sınavında” başlığını taşıyan yorumda Cumhurbaşkanı’nın “öncelikle yapması gereken işi” tarif ettikten sonra şunları ekliyordu:
“Cumhurbaşkanı’nın öncelikle yapması gereken iş; başta olağanüstü bir popülarite elde edip Irak Savaşı sona erdiğinden beri bir ricat sürecine giren Fransız diplomasisine eski parlaklığını geri vermektir. Jacques Chirac, George Bush’un yanında, ayağını yeniden uluslararası sahneye basmalıdır… Savaş karşıtı uzlaşma bitti: şimdi Fransız halkı öncelikle Chirac’ı Amerikan Başkanının önüne “uzanmakla” suçlamaya hazırlanıyor. Ayrıca, Fransa’nın Washington’a muhalefet etmekte fazla ileri giderek Avrupa’nın bölünmesinden sorumlu hale geldiğini ve bugün mağluplar safında yer aldığını düşünerek George Bush’tan meslektaşına göstereceği en ufak bir alçakgönüllülük işaretini yalvaran bakışlarla bekliyorlar. Chirac, huysuzlukları hayli üzerlerinde olan dinleyici topluluğu ve ne yapacağı belli olmayan Amerikalı bir partner karşısında yeterince açık olmayan dış politikasının çerçevesini yeniden çizmek zorunda.”
Bilindiği gibi Fransa bu halet-i ruhiye içindeyken dahi “rahat durmayarak” G-8 Zirvesindeki ülkeleri, 3. Dünya’nın sorunlarına duyarlı olmaya davet etmiş; ardından zirveyi “daha fakir ülkelere açarak” bütün mağlubiyet psikolojisine rağmen küresel oyunun hâlâ aktörü olabileceğini ispatlamaya çalışmıştı. Pek çok Fransız gazetecinin birinci gündem maddesi olan bu girişimi değerlendiren Claire Tréan, zirvenin hemen ardından Le Monde’da yaptığı yorumda, “Evian’ın tuzu kurular arasında bir buluşma gibi algılanmasını önlemek için Fransa, ilk gün, Afrika’nın, Mağrib’in, Asya’nın ve Latin Amerika’nın büyük devletlerinin yöneticilerinden bir grubu davet etti. Bu da, Mösyö Chirac için, çok övündüğü küresel demokrasi kaygısını herkese kanıtlamanın bir başka yoluydu” diyerek temel parametreleri de Gaulle’den beri değişmeyen Fransız dış politikasına bir anlamda ayna tutuyordu. ABD ve İngiltere karşıtı cepheyi oluşturan Fransa-Almanya-Rusya troykasının içinde bulundukları durumu en iyi özetleyen ise, adı gazetelerde yer almayan bir Fransız diplomatın sözleriydi:“Herkes diğerinden şüpheleniyordu. Ne var ki; her biri inandığı yolda sonuna kadar yürümeye kendini mecbur bulmuştu.”
Paylaş
Tavsiye Et