KÜRESEL yönetişim (global governance), küreselleşme kavramı ile paralel bir biçimde son on yılın uluslararası ilişkiler literatüründe ve popüler yayın organlarında sıklıkla kullanılıyor. İngilizce lügatlerde yönetişim (governance), hükümet etme eylemi yahut tarzı; hükmetme makamı, işlevi ya da gücü; yönetme yöntemi ya da yönetime ilişkin kurallar bütünü olarak tanımlanıyor. Ancak Türkçeye tercüme edilirken bu kavrama kazandırılan içerik, orijinal tanımlamaları içermiyor. Yönetişim, yönetim kavramından farklılaştırılarak, tek merkezli yahut hiyerarşik olmayan, karşılıklı ve ilgili tarafların katılımı ile gerçekleşen (demokratik) bir süreci ihsas ediyor. Ancak, kavramın Türkçeye kazandırılan karşılığı, ‘mümkün’ tanımlardan ve anlayışlardan, bu kavramın sadece küresel ve resmi sahiplerinin anladığına tekabül ediyor. Biz yine de, Türkçedeki iletişim vasatına uymak adına, bu kavramı kullanacağız.
Küresel yönetişime dair tartışmalar giderek çeşitlenen bir gündeme sahip olmakla beraber, bir kaç grupta toplanabilir. Birinci grup, küresel sorunların (örneğin finans krizlerinin) giderilmesine yönelik “sorun-giderici” yaklaşımların ve çözüm önerilerinin sunulduğu alandır. Tabii aslında bu sorunların çıkış sebebinin, bazı işlevsel konularda kurulan uluslararası rejimlerin, küresel dinamiklerin etkisiyle geçirdiği dönüşüm olduğu unutulmamalı.
Bu uluslararası rejimler giderek nüfuz alanlarını artırıyor, işlevleriyle ilgili küresel standartlar geliştiriyor. Ulus-devletler hâlâ başat görünse de; bu alanda kurumları, ilkeleri ve kuralları uluslararası örgütler, küresel çapta iş yapan firmalar, firma çıkarlarını temsil eden özel sektör temsilcisi kuruluşlar ve sınır-aşan siyasi/ekonomik elit grupları biçimlendiriyor. Para, makroekonomi, ticaret, telekomünikasyon, çevre, güvenlik gibi işlevsel konular neredeyse tamamen onların denetiminde. Bu standardizasyon çerçevesinde, öncelikle güç ilişkileri ve asimetrik bölüşüm yapılandırılıyor. Küresel dönüşümlerin bu yapılar üzerinde yol açtığı zorlamalar giderilerek, küresel süreçler de aynı rejimlerin marifetiyle manipülasyona açık hale getiriliyor.
En gelişmiş dünya ekonomilerini biraraya getiren Yediler Grubu (G-7) buna bir örnek. Kendi aralarında makroekonomik politika uyumunu ve istikrarı sağlamak, özellikle finans krizlerini de tetikleyebilecek devalüasyon yarışlarının önüne geçmek G-7’nin başlıca hedefleri arasında. Küresel liberal ekonomi rejiminin genişleyip derinleşmesi için devletler, uluslararası örgütler ve diğer aktörlere hem genel bir perspektif hem de spesifik politikalar sunmak da G-7’nin kendi sorumluluğunda gördüğü bir işlev. 1970’lerde kurulan Trilateral Commission gibi gayri-resmi; ancak ülkelerinin siyasi, entelektüel ve iş elitlerini biraraya getiren gruplar da aynı görevi politika yapıcılar, akademik-entelektüel çevreler ve iş dünyasında görmekte. İMF, Dünya Bankası ve DTÖ benzeri, gelişmiş olmayan devletlerin de üyesi bulunduğu uluslararası kuruluşların işlevi ise ancak, söz konusu elitlerin çizdiği perspektif çerçevesinde uzmanlık alanlarına göre politika reçeteleri üretmekle sınırlı. İhtiyaç duyulan ülkelerde bu reçetelerin uygulanabilmesi için ‘kapasite artırıcı’ teknik yardımları yapan da yine bu kuruluşlar. En nihayet, hükümetlerin gereken basireti(!) sergileyemediği yerlerde, ‘niyet mektupları’ yoluyla söz konusu kuruluşlar, doğrudan devreye girerek gerekli yasal ve idari düzenlemelerin yapılmasını sağlamaktan da kaçınmıyor…
İkinci grup tartışmalar, uluslararası rejimlerin en önemli kurumsal ayağını teşkil eden uluslararası örgütlerin işleyişine ve misyonlarını daha etkin nasıl gerçekleştirebileceklerine ilişkin. Küresel örgütlerin yönetişim uğraşları, faaliyetleriyle ilgili alanlarda küresel süreçlere uyumun sağlanmasına odaklı. Bu amaçla neoliberal söyleme uyarlanmış ‘şeffaf ve demokratik’ bir yapılanma, krizleri önceden haber verebilecek ‘erken uyarı sistemleri’ ile donanma gibi konular gündemlerinin ilk sıralarını işgal ediyor. Dünya Bankası bu açıdan ilginç bir örnek. 1990’lı yılların başlarında Banka, içeriden gelen eleştirilerin de etkisiyle, merkezi hükümetleri ve resmi kurumları muhatap kabul eden geleneksel söylemini değiştirerek, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarını da birer “partner” olarak görmeye başladı. Dünya Bankası’nın ilgisine konu olan gelişme yolundaki ülkelerde herhangi bir projeyi ve yardımı elde edebilmek, ancak bu yaklaşımı benimsediğinizi ispat etmekle mümkün. “İyi yönetişim” o kadar önemli ki, bu kavram etrafında meşrulaştırılan yeni kalkınma söyleminin etkin bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için, Dünya Bankası bünyesinde ve üye ülkelerde ciddi kurumsal düzenlemeler yapılıyor. İyi yönetişimin önemli bir sonucu da sivil toplum ve özel sektör faaliyetleri yoluyla Banka’nın bu ülkelerde kazandığı siyasi etkinlik oluyor.
Küresel yönetişimle ilgili perspektif ve politikalar, görülebileceği üzere teknik ve bürokratik süreçleri rasyonelleştirmeye; dolayısıyla ‘sorun gidermeye’ dönük olup küresel süreçlerin derinleştirdiği uluslararası sistemdeki adaletsizliklere cevap verme kaygısı taşımıyor. Küresel yönetişimin bu zafiyetine karşı eleştiri ve teklifler üçüncü bir grup olan gayri resmi aktör ve akımlardan geliyor. Bu alandaki tartışmaların tipik örneklerini şöyle sıralayabiliriz: Küresel süreçler ve bunları biçimlendiren küresel yönetişim karşısında bireyin ve toplumun siyasi ufkunun ve seçeneklerinin nasıl daraldığı, içinde asimetrik güç ilişkilerini barındıran küresel yönetişim karşısında potansiyel muhalefet alanlarının ne olabileceği, küresel toplumsal hareketlerin (çevrecilik, feminizm, insan hakları gibi) farklı yönetişim modelleri ortaya koyma imkanları başlıca tartışma alanları. Bu çerçevede dikkate değer bir argüman, bir ‘küresel sivil toplum’un mevcut olup olmadığı ve yapısal bir dönüşüm için bu dinamiğin nasıl harekete geçirileceği. Örneğin, London School of Economics’te kurulan Küresel Yönetişim Merkezi’nin son yıllardaki en dikkate değer projesi; küresel ölçekli sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin izlenmesi ve analizi. Ancak, küresel perspektifli sivil toplum kuruluşlarının azımsanmayacak bir miktarının ulus-devlet manipülasyonuna oldukça açık; yer yer gölge devlet olarak hareket ettiği yönündeki eleştiriler dikkate alındığında, küresel yönetişimdeki adaletsizliklerin bu yolla giderilebileceği ümidi de bir hayli zayıflıyor.
Tarihselleştirilmediği için son yıllarda münhasır bir olay gibi algılanan küresel yönetişim, esasen Batı’nın beş asırlık sömürgecilik ve emperyalizm birikimine dayanan bir olgu. Bir diğer deyişle, güncel küresel yönetişimi doğru anlayabilmemiz, Batı’nın 15’inci yüzyıldan itibaren bugün BM üyesi olan 188 devletin 125’ini, tarihlerinin bir döneminde nasıl sömürgeleştirdiğini, bunu hangi dinamik ve tekniklerle asırlarca sürdürebildiğini inceleme konusu yapmamıza bağlı. Konunun açıklığa kavuşması şu soruların cevaplanmasıyla mümkün: Metropol kökenli sömürge idaresi, özel sektör teşebbüsü ve Kilise, birbirinden ayrı kurumlar oldukları halde, sömürgelerdeki operasyonlarını nasıl senkronize ettiler? Bu üçlü kurumsal sacayağı, politik/idari, ekonomik ve kültürel alanlarda yerel yönetişim biçimlerini metropolden getirilen modellerle nasıl ikame etti? Bu ithal modeller, sömürgeler resmi olarak tasfiye edilirken bile, bağımsızlık verilen ülkelerde nasıl korunabildi? Dahası, anti-emperyalist söylemlerle kurgulanan sömürgecilik-sonrası devletler son çeyrek yüzyılda küresel liberal yönetişimin taşıyıcı kuşakları haline nasıl gelebildi?
Küresel yönetişimin tarihselleştirilmesi, Batı dışındaki mümkün küreselleşme ve yönetişim tecrübelerinin ortaya konmasına yardımcı olacak. Dahası; Batı’nın başat olduğu küreselleşmeyi insanlığın nihai başarısı ve mevcut haliyle yönetişimi de yegane mümkün organizasyon modeli olarak sunan görüşlere bir alternatif oluşturabilmek için; güncel (yönetişim) ve konjonktürel (küreselleşme) süreçlerin kültür ve medeniyet gibi tarihsel/uzun vadeli yapılarla ilişkilendirilmesi ve gerilim noktalarının araştırılması olmazsa olmaz bir sorumluluktur.
Paylaş
Tavsiye Et