ULUSLARARASI ilişkilerde 20’nci yüzyıl, güçler dengesi üzerine bina edilmiş yapının Birinci Dünya Savaşı neticesinde dağılması ile başladı. Sistem, İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde nispi gücü doruğa ulaşan ABD’nin “hegemonik” bir yapı kurması ile tekrar istikrara kavuştu. Ancak uluslararası sistemin yapısı durağan olmaktan uzaktır ve sürekli bir dönüşüm halindedir. ABD’nin nispi gücü de, sistemdeki diğer aktörlerin güç kazanması ile birlikte, 1945’ten itibaren sürekli olarak düşüyor. Gücün tanımında bir uzlaşmaya varılamamasından ötürü ABD hegemonyasının ne zaman sona erdiği üzerinde bir mutabakat yoktur. Yaygın kanaat uluslararası sistemdeki “anomali” (kaide dışılık) halinin artması ile hegemonik yapının sona erdiği yönündedir. Bu süreci de genelde analistler, Vietnam Savaşı, Bretton Woods sisteminin çöküşü, petrol krizi, nükleer silahların yaygınlaşmaya başlaması ve anti-Amerikanizm’in kitleler arasında yayılması gibi gelişmelerin yaşandığı 1970’lere kadar geri götürürler. Ne var ki Soğuk Savaş sürecinin nev’i şahsına münhasır şartları sistemdeki anomalinin aktörler tarafından algılanmasını Soğuk Savaş’ın sona erişine kadar geciktirdi. Uluslararası ilişkilerdeki değişmeleri tarihi bir perspektiften takip eden uzmanların, sistemin geleceğine yönelik tahminleri genellikle sistemin yapısının tekrar güçler dengesine döneceği yönündedir. Hepsinden önemlisi ABD dışındaki büyük güçlerin; özellikle de Çin ve Hindistan gibi yükselen güçlerin algılamalarının bu yönde olduğu görülüyor.
Bugün ABD’nin dış politikasına yön veren siyasi elitin uluslararası sistemin geleceğine ilişkin düşünceleri ve bu düşünceler doğrultusunda hayata geçirilen uygulamaları, ABD’nin nispi düşüşünü ve güçler dengesi sisteminin geri gelişini hızlandıran bir nitelik arz ediyor. ABD’nin son Irak Savaşı’ndaki tutumu ve diğer büyük güçlerin bu tutuma karşı takındıkları tavır bu tespitimizi teyit eder mahiyettedir.
Amerikan Eliti Dönüşümü Nasıl Görüyor?
Uluslararası sistemin ABD’nin düşüşüne bağlı olarak şekillenen dönüşümü kendini tüm çıplaklığıyla hissettirmesine rağmen, düzenin geleceğinin ABD eksenli olacağı düşüncesi Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren farklı tonlarla da olsa ABD siyasi eliti nezdinde yaygın kabul gördü. Krauthammer, E. Cohen ve Kagan gibi “neoconlar” bu söylemin en radikal temsilcileri olurken, Fukuyama, Ikenberry ve Nye gibi daha “ılımlı” akademisyenler gri bir tonda da olsa aynı söylemi seslendiregeldiler. Foreign Policy’nin Temmuz/Ağustos 2002 sayısında yayımlanan ve ABD’yi tüm heybetine rağmen kağıttan bir kaplana benzeten Wallerstein’ın “Kartal Yere Çakıldı” adlı makalesine karşı, derginin aynı sayısında Brooks ve Wohlforth tarafından kaleme alınan “Tarihsel Perspektiften Amerikan Gücü” adlı makalede, ABD’nin gücünün tarihte eşi ve benzerinin bulunmadığı ve dünyanın ABD ekseninde tek-kutuplu bir yapıya dönüştüğü tezinin işlenmesi oldukça manidar. Wallerstein’ın fikirleri siyasi açıdan marjinal kalırken ABD’nin gücüne ve kapasitesine duyulan güven ana çizgi haline geldi.
Bush’a Yön Veren ‘Üçlü İttifak’
Bugün ABD’nin politikalarına hakim olan siyasi elitin dış politika kararlarına yön veren çizgi de en radikal biçimiyle bu çizgidir. Her ne kadar geçmişi epey geriye götürülebilirse de, bu algılamayı uç noktada benimseyen ve bu yönde somut adımlar atan yönetim Bush yönetimi oldu. Bilindiği gibi Bush yönetimi belli başlı üç gruptan oluşuyor: Birinci grup militaristler, ikinci grup radikal Hıristiyan sağ ve üçüncü grup da, İsrail’e yakınlığıyla bilinen neoconlar, yani yeni-muhafazakârlar. Dünya görüşleri birbirinden farklı olsa da bu üç grubu bir araya getiren unsur, uluslararası sistemin geleceğine ilişkin bakış açılarındaki paralelliktir. Bu bakış açısına göre Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte tek süpergüç olarak kalan ABD kendi ekseninde yeni bir uluslararası düzen kurabilecek kapasiteye sahiptir ve özellikle askeri güce dayalı ABD hegemonyası bir asır daha sürdürülebilir. Bu algılamayla şekillenen dış politika vizyonu ABD’nin tüm dünya üzerinde etkin emperyal bir yapıya dönüştürülmesini öngörüyor. Böyle bir bakış açısı maddi imkanların sağladığı “refah”tan başı dönmüş, mekanik; dolayısıyla da sığ ve tarihsel perspektiften yoksun bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyete göre gücün en büyük bileşeni askeri kapasitedir. Ekonomik kapasite bile ancak askeri kapasiteye nispetle değer kazanır. Böyle bir anlayış meşruiyeti ve diğer sosyal faktörleri, gücün bileşenleri değil de sonuçları olarak benimsemeyi zorunlu kılar. Son derece yüzeysel ve indirgemeci bir yaklaşım olarak böyle bir güç tanımı, karar alma ve uygulama sürecindeki “çok taraflılığı” da reddeder. Nitekim Bush hükümetinin göreve geldiği andan itibaren uygulamaya koyduğu politikaları tamamen “tek taraflılık” üzerine bina edildi.
Savunma Adına Yapılan Saldırganlık
Bugün hayata geçirilmeye çalışılan bu vizyon esas itibarıyla fiziksel ve askeri güce dayandığı için ABD ordusundaki yapı ve zihniyet değişimine bakmakta fayda var. Mayıs/Haziran 2002 tarihli Foreign Affairs’te yayımlanan makalesinde Rumsfeld “en iyi savunmanın saldırı” olduğunu belirtirken ABD’nin yeni “savunma” çizgisini tanımlıyordu. Engelleyici (preventive) savaş söyleminden önleyici (preemtive) savaş söylemine geçiş, savunma adına saldırganlığa başvurmanın kavramsal arkaplanını gözler önüne seriyor.
Yeni yapılanmada öngörülen değişikliklerden belki de en önemlisi, ABD’nin Soğuk Savaş mantalitesini yansıtan deniz aşırı üslerinde yapılacak yer kaydırmalarıdır. Daha önce Sovyetler Birliği’ni çevreleme stratejisi gereğince konuşlandırılmış üsler yeni dönemde daha dinamik coğrafyalara, özellikle Orta Asya’ya ve Büyük Orta Doğu olarak da tarif edilen Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’ya kaydırılacak; Güney ve Güney Doğu Asya’daki üsler de yeniden şekillendirilecektir. Bu kaydırmalar her ne kadar “terörizm” tehdidine karşı bir cevap söylemi ile sunuluyor olsa da, esas gaye Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan güç boşluğunu doldurmak, enerji kaynaklarını ve nakil hatlarını kontrol altına almak, yükselen Çin ve Hindistan’ı çevrelemek, İsrail’in güvenliğini sağlamak, ve Orta Doğu ile Orta Asya’daki Amerikan karşıtı yapıların güçlenmesini engellemektir. Yeni ordunun bir kısmının hareket kabiliyeti ve teknolojik donanımı artırılmış hafif birliklerden oluşturulması da bu coğrafyanın gereksinimlerine bir cevaptır. Zira bu coğrafya güçlü devletler tarafından çevrelenmiş olsa da, zayıf devletçiklerden ve devlet-altı yapılardan oluşuyor. Dolayısıyla ABD’nin bu coğrafyada kendisini hazırladığı savaş biçimi asimetrik, gerilla savaşlarıdır. Büyük güçlerden kendi ana-karasına gelebilecek tehditlere karşı ise ABD, “Savunma Kalkanı” projesini yeniden hayata geçirmeye hazırlanıyor.
ABD Savaş Makinesine Dönüşüyor
Kısaca söylemek gerekirse ABD tarihte eşi benzeri olmayan bir savaş makinesine dönüşüyor. ABD’nin savunma bütçesindeki muazzam artış böyle bir yapılanmayı hayata geçirebilmek içindir. Bush hükümetinin yaptığı artırımlarla bugün ABD’nin savunma bütçesi (kabaca 400 milyar dolar) dünyanın geri kalan devletlerinin toplam savunma bütçelerinden daha fazladır. Böyle bir yaklaşımın benimsenmesinde 11 Eylül olaylarının etkisi de yoktu; zira ordunun yapısındaki değişim çok daha önceden başlatılmıştı. Amerikan militarizminin bayraktarlığını yapan militarist ve neocon ekolün Bush hükümetinin kurulmasından itibaren Pentagon’da görev alması da bu durumu destekliyor. Buna karşılık dış politika yapılanmasının diğer iki kurumu olan ve geleneksel olarak diplomasiyi önceleyen Dışişleri Bakanlığı ile Milli Güvenlik Kurulu’nun başlarına Condoleezza Rice ve Colin Powell gibi “asabiyeleri” zayıf şahısların getirilmesi, militarist vizyonun en başından beri Bush hükümetinin zihninde olageldiğinin bir göstergesidir. 11 Eylül ise böyle bir yaklaşımın Amerikan halkı tarafından da benimsenmesine ve askeri bütçede ihtiyaç duyulan artışlara gidilmesinin kolay bir şekilde kabul edilmesine yaradı.
Militarizmin üzerine bina edildiği askeri güç ne kadar büyük olursa olsun, militarizme başvurmak zorunda kalmak özü itibarı ile bir zaaf göstergesidir. Hele uluslararası sistemdeki “anomali” halinin bu derece yoğun yaşandığı ve “entropi”nin maksimuma çıktığı böyle bir dönemde ABD’nin hegemonyasını sürdürebilmek için tamamıyla askeri tedbirlere başvurması, düşüşünü hızlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Toynbee kendine aşırı güvenin ve militarizmin nasıl sonuçsuz kalacağının örneklerini verirken Hz. Davut ile Calut arasındaki ölüm kalım savaşına dikkat çeker. Calut, cüssesi, kuvveti ve silah kullanma sanatındaki ustalığıyla ünü her tarafa yayılmış bir büyük savaşçıdır. Kılıç kullanmada ve güreşte onu alt edebilecek kimse yoktur ve buna herkesten çok kendisi inanmaktadır. Ancak bir gün karşısına kuvveti ve silah kullanmadaki becerisi Calut ile kıyaslanamayacak kadar zayıf bir genç, Davut çıkar. Buna Calut dahil herkes şaşırır. Calut savaşı kazanacağından emindir. Davut da, güçsüzlüğünün farkında olmakla birlikte, kendinden emindir. Çünkü izleyeceği strateji fiziksel güce dayalı bir strateji değildir. Nitekim günün sonunda kazanan Davut olur. Zira Calut’un kuvvetini ve kılıçtaki ustalığını kullanmasına izin vermeden, o güne kadar fazla bilinmeyen bir teknikle, uzaktan sapanıyla attığı bir küçük taş ile öldürmüştür onu…
Paylaş
Tavsiye Et