Eş-Şark’ul-Avsat / Arap Basını
Çeviri: Hatice Boynukalın Şenkardeşler
20 Mart 2007 Gassan el-İmam
Riyad’da Mart sonunda yapılacak Arap Zirvesi’nin İran’dan ziyade İsrail’e karşı takınılacak tutumların belirlenmesi toplantısına dönüşmesi garipsenmemeli. Vakıa şu ki, İran ve İsrail ile kurdukları ilişkiler Arapların nezdinde artık iç içe geçmiş bir özelliğe sahip. Zira İran’ın Arapların içişlerine müdahalesine bir set çekmek için, İsrail’i Arap topraklarından çekilmeye ikna etmek gerekiyor. Diğer bir ifadeyle İran ile ilişkilerin düzeltilmesinin yolu, İsrail ile varılacak uzlaşmadan geçiyor.
Araplar, Suudi Arabistan hükümetinin yaptığı son açılımlar sayesinde, İran’ın önüne kırmızı çizgiler çizmeyi başardı. İran artık Lübnan’da, Batı Şeria ve Gazze’de, hatta Irak’ta bu çizgilere herhangi bir tecavüzün, bölgede -kendisi ile birlikte Suriye, Lübnan ve Irak gibi ülkelerdeki İran’ın ‘Arapları’ da dâhil- herkesin kaybedeceği savaşların patlak vermesine yol açacağını açık ve seçik biçimde görmüş durumda.
Riyad’da Mart başında gerçekleşen Kral Abdullah-Ahmedinejad zirvesi sonrasında Tahran’ın kendi ‘Arapları’na bu kırmızı çizgide durmaları mesajını iletmesi, İran’ın iyi niyet göstergesi olarak okunabilir. Buna göre Hizbullah, Lübnan’da Fuad Sinyora hükümetini düşürme operasyonunu sürdürmeyecek. Hamas, Filistin’de Cumhurbaşkanı Mahmut Abbas’a karşı yürüttüğü kutsal savaşına son verecek. Suriye de, İran’ın güdümünde kalarak kendini Kahire ve Riyad’dan tecrit edecek, Avrupa, ABD ve İsrail ile diyaloğunu kesecek bir yol izlemeyi sürdürmeyecek.
Buna karşılık Suudi Arabistan’ın İran ile arasındaki krize yaklaşım konusunda izlediği politika da ABD’den farklı, açık-net ve oldukça sağduyulu. İran’a karşı daha ‘sert’ bir tutum takınılması gerektiği yönündeki Amerikan nasihatleri Riyad hükümeti tarafından reddedildi. Suudi Arabistan, İran ile kırmızı çizgiler konusunu görüşürken Tahran’ı yatıştırma yolunu seçti. Yine Suud diplomasisi, Hamas ve el-Fetih’i iç savaşa doğru giden süreçten kurtararak büyük bir başarı elde etti. Riyad iki tarafı da ulusal birlik hükümeti kurma konusunda bir çıkar evliliği yapmaya ikna etti.
Lübnan’ın önemli isimlerinden Saad Hariri ise Riyad’dan, Hizbullah’ın sözcüsü durumundaki Nebih Berri ile sürpriz bir diyaloğun başlatılması nasihatiyle geri döndü. Belki de bu girişim, Lübnan’da bir ulusal birlik hükümeti kurulmasına yol açacak. Ve maktul Refik Hariri’nin davasını, Suriye’nin güvenliğini ve yönetimdeki aileyi rahatsız etmeyecek bir biçimde çözecek uluslararası bir mahkemenin görevlendirilmesi amacıyla bir kanun çıkarılması için Lübnan Meclis’inin harekete geçmesine de ön ayak olacak.
İran ile uzlaşma ve Lübnan ile Filistin’deki tarafları razı olacakları meşru bir zeminde buluşturma, Arap Zirvesi katılımcılarını rahatlatacak ve onlara hareket serbestisi tanıyacak olumlu bir başlangıç. Ancak İran’ın uysallaştırılması, Arap kamuoyunun Bush’un ABD’sine karşı duyduğu öfkeyi yatıştıracağa benzemiyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün, yedi yıldır Filistin ile karşılıklı görüşmeler yoluyla uzlaşma arayışı çalışmalarını donduran Bush yönetiminin bu tutumunun, İran tarafından Arapların içişlerine müdahale için istismar edildiğinin farkındalar. Arap yönetimleri bu bağlamda ‘cihat’ hareketlerinin de kendilerini destekleyen geniş bir kamuoyuna sahip olduğunun bilincinde. Zira ABD’ye kin güdenlerin sayısının her geçen gün arttığı bir ortamda, gönüllü cihatçı hareketlerin serbestçe hareket etmesi ve tekrar güç kazanması da kolaylaşıyor.
Bu nedenle Arap diplomasisi, ABD yönetimine Filistin barış sürecinin yeniden başlatılması için baskı yapmaya yöneldi. Bush yönetimi, Irak’taki ulusal direniş ve cihatçı akımlar karşısındaki askerî yenilgi sonrasında, Dışişleri Bakanı Condeleezza Rice’ı adaletli ve kapsamlı bir uzlaşmanın gerçekleşmesi için İsrail’deki Ehud Olmert hükümetini sıkıştırmakla görevlendirdi. Ancak Olmert ve Rice arasındaki “rock’n roll”, Arap kamuoyunu sakinleştirecek bir uzlaşma zemini yaratması için İsrail’e yeterince baskı yapmaya kadar varmadı.
Arapların Mart zirvesi, İsrail’in Nisan yalanlarının gölgesinde kalıyor. Olmert hükümeti, nihai bir çözüme varma konusundaki zaaf ve acziyetini, ABD ve Araplara yönelik çeşitli hilelerle örtbas etmeye uğraşıyor. İsrail, “Suud Girişimi”ni, mültecilerin “dönüş hakkı” ve 1967 öncesi sınırlarına geri çekilme şartlarını istisna ederek kabul ettiğini açıkladı! Olmert hükümetinin Dışişleri Bakanı Tzipi Livni de Filistinliler açısından bir kırmızı çizgi sayılan “dönüş hakkı” konusunda Araplarla anlaşma masasına oturma fikrini ortaya attı.
Gazetedeki mütevazı köşemden Arap yönetimlerini, Filistin’in kırmızı çizgilerini çiğnememeleri konusunda uyarmak istiyorum. İsrail tarafı Filistinlilerle uzlaşmaya varmadıkça, İsrail ile görüşmeye de İsrail’i tanımaya da hayır! Bu hususları dikkate almayan yönetimler, Filistin ulusunun âhını ve vebalini üzerlerine almaktan kurtulamazlar.
Zor bir zirve bizi bekliyor. Masaya yatırılacak konular oldukça tehlikeli. En önemlisi ise bu gerçekleşecek zirvenin, İran ile kırmızı çizgiler zirvesi olması. Ancak bu aynı zamanda Suud diplomatik söylemine göre, İran’ı ve İran’ın ‘Arapları’nı tahrik etmeden ve onlarla karşı karşıya gelmeden ilan edilecek kırmızı çizgiler zirvesi olacak.
Tavsiye Et
Nezavisimaya Gazeta / Rus Basını
Çeviri: Vügar İmanbeyli
20 Mart 2007 Başyazı
ABD ve müttefikleri, dört sene önce Saddam Hüseyin’i alaşağı etmek ve Ortadoğu’ya demokratik değerleri getirmek iddiasıyla Irak’ta savaşa girişti. Ancak birçokları bu savaşın arkasında, ülkenin petrol endüstrisini kontrol etme ve Amerikan bütçesinden Irak ekonomisini inşa etmek için tahsis edilen ödenekleri paylaşma gibi farklı amaçların bulunduğunu düşünüyordu. ABD ve müttefiklerinin Irak’taki askerî mevcudiyeti, netice itibariyle birçok ülkenin iç ve dış politikasında önemli bir faktör haline geldi.
Bugün dünyanın büyük çoğunluğu Irak’taki savaşa olumsuz bakıyor. Bu olumsuz bakış, etkisini en fazla Almanya’da gösterdi: 2002’de ABD’ye güvenen Almanların oranı %61 iken, 2006’da bu oran sadece %37 idi. En düşük oranın kaydedildiği Türkiye’de fikri sorulanların sadece %12’si Amerikan politikasını tasvip ettiğini belirtti. Bunun yanında, George Bush’u destekleyen birçok politikacı -İspanya’da Jose Maria Aznar, İtalya’da Silvio Berlusconi- mevkilerini çoktan kaybetmiş; Washington’un en sadık müttefiki Tony Blair ise tüm itibarını Irak Savaşı süresince tüketmiş durumda. ABD’de de siyasi durum neredeyse radikal bir şekilde değişti. Irak Savaşı’nı Kongre seçimlerinin gündemine sokmayı başaran Demokratlar, Kongre’nin her iki kanadını da ele geçirmiş durumdalar. Dahası, aynı Demokratlar şimdilerde Irak’ta bir iç savaş yaşandığını da kamuoyu bilincine yerleştirmeye çalışıyorlar.
ABD’nin bu savaş için toplam masrafı, 2008 bütçesinde öngörülen 100 milyar dolar da dâhil edilirse, 700 milyar doları buluyor. Irak’ta şu anda, son takviyelerle birlikte, 160 bin Amerikan askeri görev yapıyor. Iraq Body Count isimli internet sitesinin verilerine göre, savaşın başından beri 58.800’den fazla Iraklı hayatını kaybetti. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği Irak’ta 2 milyon kişinin mülteci durumuna düştüğünü ve 1,8 milyon kişinin de ikamet yerlerini değiştirmek zorunda kaldığını, UNICEF de her gün 300 çocuğun öldüğünü açıkladı. 3.220 Amerikan, 132 İngiliz ve 124 diğer ülkelerden gelen müttefik askeri şu an hayatta değil, çoğu Amerikalı 25.000 asker de ağır yaralı durumda.
Ayrıca Irak’ta Saddam Hüseyin’in idam edilmesi de tam bir skandala dönüştü. Bu idamın skandal haline gelmesi, tüm dünyaya gösterilen video kaydının -ki bu temelde bir intikam alma davranışı idi- sadece izinsiz yapılmasından değil, aynı zamanda idamın yasalara aykırı, yani gayrimeşru olmasından ileri geliyordu. Aslında Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, bir tiranı idam etmek için acele ederken iki yasayı birden ihlal etmiş oldu: Birincisi, yeni Irak Anayasası’na göre, infaz ancak cumhurbaşkanı ve iki yardımcısının idam kararını onamasından sonra gerçekleşebilirdi. Ancak Saddam’ın idamında bu görevdeki kişilerin hiçbiri ilgili kararı imzalamamıştı. Ayrıca Cumhurbaşkanı Celal Talabani de zaten ölüm cezasına açıkça karşı çıkmıştı. İkincisi, Irak’ta mukaddes Kurban Bayramı günlerinde idam cezalarının yasak olması yasası lağvedilemez bir şekilde hâlâ geçerliydi. Bu sefer bayram Sünniler için Cumartesi, Şiiler için ise Pazar günü başlıyordu. Maliki, Irak Şiilerinin yüksek dinî otoritesi olan büyük Ayetullah’a (Seyyid Ali Sistani) telefon etmiş ve o da hiç düşünmeden Sünni Saddam’ın Şii bayramı öncesi idam edilmesine fetva vermişti. Peki, insanların gayrimeşru şekilde öldürülebildiği Irak’ta ne için mücadele veriliyordu?
Şu an Irak’ta bir değer olarak demokrasi, Saddam zamanına göre hızla yerleşiyor. Öte yandan Irak’ın toprak bütünlüğü düşüncesi ise değer kaybediyor. Ve üç Irak düşüncesi -Sünni, Şii ve Kürt Irak- artık sadece dinî ve etnik ayrılıkçıların gerçek dışı fantezilerinin bir ürünü değil.
Dünya son dört yılda daha güvenli hale gelmediği gibi Irak’ın da geleceği belirsizliğini koruyor. Ölüm ve yıkımlar çok fazla. Irak artık sadece ABD’den değil tüm Batı medeniyetinden nefret eden gençlerin fanatik savaşçılara dönüşebileceği ‘mümbit’ bir ortam.
Bütün bunlar akla hemen şu atasözünü getiriyor: “Savaşa gidiyorsan, iki tabut hazırla.” Maalesef, tabutlar gerçekte ikiden daha fazla.
Tavsiye Et