MASKELİ kahraman Zorro mu, yoksa ülkesini satan işbirlikçi Çombe mi? İşgalci Batılılara karşı İslam’ın izzetini savunan çağdaş bir Selahaddin mi yoksa küresel güçlerin büyük satranç oyununun bir piyonu mu? El-Kaide ve lideri Usame bin Ladin’i ve onun varlığıyla birlikte oluş(turul)an efsaneyi herkes durduğu noktadan gördüğü şekliyle yorumluyor. Yapılan her bir yorumun ortalıkta dolaşan birçok kanıtı var. Peki bu kanıtlar bizi gerçeğe götürüyor mu, yoksa çok sıradan görülen “kutsal kavga” komplo teorilerine kurban mı gidiyor? Madalyonun arka yüzünde neler var?.. Bu sofistike durum karşısında mantıklı bir sonuca ulaşmanın yolu, Soğuk Savaş sonrası dünyada yaşanan siyasi değişimleri ve bu değişimlerin yol açtığı gelişmeleri tematik yöntemle ele almaktır.
Amerikan Yaşam Tarzına El-Kaide Tehdidi
SSCB’nin Afganistan’da yaşadığı hezimet ve bunun Rusların prestij kaybıyla sonuçlanan küresel ölçekteki yankısı, tek kutuplu dünyaya giden yolda Amerika Birleşik Devletleri’ne beklediğinin de üzerinde destek sağladı. Bütün dünyanın ekonomik sömürge olarak görüldüğü yeni dünya düzeni çerçevesinde ABD’nin iki temel hedefi vardı: Avrasya’dan Pasifik’e dünya enerji kaynaklarını kontrol altına almak ve Amerikan yaşam tarzının güvenliğini sağlamak. Modası geçmiş bir söylem olsa da Amerika’nın petrol merkezli dış politikası, onu dünya halkları üzerinde bir Godzilla yaparken bunun doğal sonucu olarak da kıtalararası müdahalelere yol açtı. Dört yılda bir hazırlanan Pentagon Savunma İnceleme Raporu’na göre dünya genelinde savaş halleri dışında Avrupa’da 109 bin, Kuzeydoğu Asya’da 100 bin, Basra Körfezi’nde 25 bin ve diğer bölgelerde de binlerce Amerikan askeri konuşlanmakta. Bu jeopolitik ve jeostratejik konuşlanmalar yukarıda bahsettiğimiz iki hedefi gerçekleştirmede son derece önemli bir rol üstlenmektedir. Soğuk Savaş sonrası bu iki hedefe kilitlenen Amerikan derin devleti, her ikisinin de İslam dünyası merkezli projelerle yürütüleceğini fark etti. Gelecek on yıllarında enerji açığını kapatmak için ihtiyaç duyduğu ham petrol Körfez ülkelerinde mevcuttu. (Dünya petrol rezervlerinin %68,5’i Orta Doğu’da bulunmaktadır.) ABD, ham petrol ithalatının %24’ünü Basra Körfezi’nden sağlıyor. Günlük petrol açığı ise tam 12 milyon varil. (Irak’ın işgaliyle birlikte Basra’dan yapılan petrol ithali ikiye katlandı.)
El-Kaide’nin Potansiyeli: Afgan Araplar
İslam’ın dünyadaki imajını sarsmak için potansiyel Godzilla’lar yaratmak ve bunları bütün dünyaya tanıtmak gerekirdi. Strateji gereği yeşil düşman bulmak o kadar da zor olmadı. Önce, 1979’da İran’da gerçekleşen devrimin ardından başlayan radikal İslam karşıtı kampanyaya 1992’de Cezayir, 1994’ün sonlarında da Afganistan eklendi. Taliban’ın ortaya çıkması ve katı bir sistem uygulaması, “Taliban Modeli İslam” söylemini doğurdu. Afganistan’ın Kandehar bölgesinde uzun iç savaşın bir sonucu olarak ortaya çıkan, teknolojinin ve modernizmin gerisinde kalmış medrese öğrencilerinin dünya reel politiğiyle örtüşmeyecek uygulamaları, iletişim yüzyılında korku veren bir “vitrin” teşkil etti. Ancak Taliban, lokal uygulamaların dışına çıkarılamazdı. Bunun için daha farklı, konsantre bir yapıya ihtiyaç vardı ve bu potansiyel Afganistan’daydı. Afgan-Rus savaşı sırasında bu ülkeye akın eden Müslüman gönüllüler, dünyada yeni bir retorik oluşturulması için iyi bir fırsat olabilirdi. Batıya karşı zaten öfkeli olan bu insanların içlerinde kıpırdayan Amerika ve İsrail karşıtlığı yeni stratejilere imkan sağlayabilecek bir potansiyeli işaret ediyordu.
1979-1989 Afgan-Rus savaşı sırasında ilk Arap gönüllüler, sâde bir İslam anlayışı içinde Afganistan’a cihada gitmişlerdi. Afganistan’ın bağımsızlık mücadelesinin İslami bir motifle süslenmesinde Arap mücahitlerin etkisi göz ardı edilemez. Bu dönemde bir üniversite öğretim görevlisi olan Abdullah Azzam’ın İslam terbiyesi ve cihadla ilgili risaleleri, Müslümanlarda akıl ve ruh dinginliğinin oluşmasına katkıda bulundu. 1992 yılında devlet başkanı Necibullah’ın uzlaşma yoluyla mücahitlere Kabil’i teslim etmesiyle birçok Arap mücahidin Afganistan’daki görevi sona erdi. Hindukuş dağlarından yorgun inen gönüllüleri, yaşamlarını büyük ölçüde etkileyecek yeni bir süreç bekliyordu. Pasaportlarında Pakistan vizesi bulunan Arap gönüllülerin ülkelerindeki yaşamlarına kaldıkları yerden devam etmeleri artık mümkün değildi. Sovyetler’e karşı Batı tarafından desteklenen ve adlarına mücahit denen bu kişilerin şimdi başka bir sıfatı vardı: “Afgan Arap” ya da “İslamcı terörist.” Amerika’nın baskılarına maruz kalan kukla yönetimler, ülkelerine döndükleri zaman bu gönüllüleri ya idam etti ya da ailelerini bile tehdit ederek baskı altında tuttu. 1993 yılında Pakistan’da iktidarda olan Navaz Şerif, ABD’nin talebi üzerine Peşaver kenti başta olmak üzere bütün ülkede Arap avına başladı. Yaklaşık bin Arap, evlerinde ya da görüldükleri yerde tutuklandı ve ülkelerine iade edildi. Bunlardan pek çoğunun sonları hâlâ meçhul. ABD yönetimi tarafından isim isim aranan birçoğu ise, Pakistan polisince yakalanarak ABD’ye teslim edildi. Örneğin, Remzi Yusuf, 26 Şubat 1993 yılında ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezi’ne bombalı saldırı düzenlediği suçlamasıyla, 1995 yılında Pakistan’ın İslamabad kentindeki bir otel odasında yakalanarak Amerika’ya iade edildi. Neredeyse başka seçeneği ve yaşam alanı kalmayan yüzlerce Arap gönüllü, yeniden Afganistan’a giderek Taliban rejiminin sağladığı imkanlarla yaşamaya başladı. Bazıları ailelerinin gönderdiği kızlarla evlenip Afganistan’da yeni bir hayat kurmaya çalıştı. Bunların birçoğunun hiçbir illegal örgütle bağlantısı olmamasına rağmen, 7 Ekim 2001’de başlayan Amerikan saldırısı sırasında el-Kaide örgütüyle bağlantılı oldukları gerekçesiyle Guantanamo üssüne götürüldüler. Bunun ardından İslam dünyasında hükümetlere ve Batı’ya öfke giderek arttı; Endonezya’dan Avrupa’ya kadar pek çok ülkede Batı karşıtları kendilerine taraftar bulmaya başladı.
Öteki El-Kaide
İsrail’in Orta Doğu’daki varlığı ve buna verilen Batı desteğiyle birlikte İslam dünyasında yaşanan başarısız demokrasi tecrübeleri, el-Kaide’nin oluşumunda en önemli sebeplerden biridir. El-Kaide’nin Batıyla işbirliği yaptığı veya tersine Batı’nın can düşmanı olduğu şeklindeki iddialar ise, haklı olarak, her zaman bir şüphe payı taşımaktadır. Despotik rejimlerin baş kurbanlarından olan Arap mücahitlerden bir kısmı, özellikle Mısır’da Şükrü Mustafa’nın Cemaat-ı Tekfir ve’l-Hicre’si ile Cemaat-ı İslamiye ve el-Cihad örgütlerinin fikirlerini paylaşanlar, İslam dünyasındaki kötü gidişatı durdurmanın yolunun tek sorumlu Batıya karşı cihad olduğuna inandılar. Bunun için de Afganistan’ın özellikle güney bölgelerinde Afgan-Rus savaşından kalan eğitim kampları kullanılabilirdi. Savaş bitmesine rağmen kapatılmayan kamplarda durumundan rahatsız olan gençlere eğitim verilmeye başlandı. El-Kaide’nin resmi sözcülüğünü yapan Mekteb el-Hidamat (Maktab al-Khidamat veya kısaca MAK), her ne kadar el-Kaide örgütünün 1988 yılında kurulduğunu açıklasa da, Pakistan’da yayımlanan The News Gazetesi 28 Mayıs 1998’de Afganistan’ın Host bölgesinde bir grup gazeteciye röportaj veren Şeyh lâkablı Usame bin Ladin’in Amerika ve İsrail’e karşı Uluslararası Cihad Örgütü’nü kurduğunu açıkladığını yazdı. Dünya ise el-Kaide ya da Usame bin Ladin ismini Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan Büyükelçiliklerine yönelik saldırılarla duydu. Saldırıları el-Kaide örgütünün gerçekleştirdiği iddiası örgüt tarafından kabul edilmese de, yalanlanmadı. Ama el Kaide ve bin Ladin isimlerini meşhur eden 11 Eylül oldu.
11 Eylül saldırılarının arkasında kimin olduğu sorusu önemli olmakla birlikte, el-Kaide olma ihtimali kanıtlanmış değildir. Buna rağmen Beyaz Saray’ın şahinleri Cheney, Rumsfeld ve Abramowitz saldırının hemen ardından, daha uçağın kara kutuları bulunmadan ve somut bir kanıta ulaşılamadan, el-Kaide’nin saldırıyı gerçekleştirdiğini açıkladılar. Bin Ladin ise bir gün sonra Arap televizyonu el-Cezire’ye gönderdiği yarım sayfalık açıklamada saldırıyı desteklese de, eylemin kendileriyle ilişkisi olmadığını söyledi.
Usame bin Ladin, terörizm ve gizli servis maceralarına ilk defa 1980’de katıldı. Yaptığı ilk iş, SSCB’ye karşı Afganistan’da mücahit grupların direnişini finanse etmekti. 1982’den itibaren mücahitlerin eğitimi için Pakistan’ın Peşaver kentinde çok sayıda eğitim kampı kurdu. O dönemde 57 ayrı mücahit grubuna maddi destek sağlayan Usame bin Ladin’in CIA’den de Afganistan’daki Sovyet Ordusu’na karşı mücadele etmek üzere yardım ve eğitim aldığı biliniyor. CIA, yardımlarını Pakistan gizli servisi ISI üzerinden Afganistan’daki çeşitli birliklere yönlendiriyordu. Bu birliklerden biri de MAK idi. Yine Taliban hareketi ile Pakistan gizli servisi arasındaki bağlantılar da bir sır değil. Taliban’ı 1994’te Pakistan ve Orta Asya arasındaki konvoyları korumakla görevlendiren de bizzat Pakistan hükümetiydi. Sovyetler’in çekilmesinden sonra oluşan kargaşa ve boşlukta, Afganistan’ın kontrolden çıkması ve bir taraftan dünya genelinde muhalif hareketlere üs haline gelmesi, diğer taraftan da uyuşturucu üretimi ve sevkıyatında kilit konum kazanması, Avrasya’nın bu stratejik geçiş noktasını kestirmeden ‘zapturapt’ altına alacak bir aktöre yeşil ışık yakılmasında etkili oldu. Birinci Körfez Savaşı sonrasında 23 Ağustos 1996 tarihli “Haremeyn-i Şerifeyn topraklarını işgal eden Amerikalılara ve İsrail hedeflerine karşı savaş ilanı”ndan ve 23 Şubat 1998’de “Yahudi ve Haçlılara Karşı Savaş” ilan ettiği ilk kuruluş bildirisinden sonra Usame bin Ladin Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK’dan Çeçen gerillalara kadar birçok örgüte destek sağladı. Somali’de, Kenya’da, Endonezya’da, Fas’ta, Suudi Arabistan’da ve Türkiye’de gerçekleştirilen terör saldırılarıyla ilişkisi olduğu iddia edildi. Onu yakalamak adına bir ülke yerle bir edildi; İslam dünyasında ve Batıda birçok yerde Müslümanlar hedef haline getirildi. Fundamentalist veya Humeynici nitelendirmeleri ‘out’, el Kaide bağlantılı tanımı ‘in’ oldu. Bütün bu efsanenin merkezinde yer alan bin Ladin ve el-Kaide üzerindeki esrar perdesi ise hâlâ kalkmış değil. El-Hadra bahçelerinde yeraltındaki bir kuyuda Saddam Hüseyin’i bulmakla övünen, 700 km. yüksekten her bir metrekareyi ayrıntılı şekilde fotoğraflayabilen uyduları ve yerin 30 metre derinine kadar herşeyi gösteren radarlarıyla Amerikan istihbaratı ABD’nin bir numaralı düşmanı bin Ladin’i bir türlü yakalayamıyor. İstisnalar kaideyi bozmaz ama, acaba bu istisna (el-) Kaide’yi bozacak mı?
Paylaş
Tavsiye Et