Yönetmen: Christine Jeffs
Senaryo: John Bronlow
Oyuncular: Gwyneth Paltrow, Daniel Craig
Yapım: İngiltere, 2003, 110 dk.
Ölmek,
Bir sanattır, her şey gibi
Sylvia Plath
Mutsuzluğunun şiirini, şiirinin de mutsuzluğunu beslediği; bir kadın, şair, anne… Sylvia Plath.
Sylvia’da perde, ünlü şairin, hayatını bir ağaç ile özdeşleştirmesiyle açılır. Ağacın dallarından biri şair Sylvia, yaprakları ise şiirleri; diğeri evli kadın Sylvia, yaprakları çocukları; bir diğeri ise akademik kariyeridir. Ancak bir sonbahar rüzgarıyla bütün yapraklar sararır ve dökülür. Sylvia’nın yaşam öyküsünü sembolik bir şekilde özetleyen bu ilk sekanstan sonra, 20’nci yüzyılın önemli şairlerinden Sylvia Plath ile Ted Hughes arasındaki çalkantılı ilişkiyi Sylvia’nın gözünden izlemeye başlarız.
Filmde hikaye, ABD’li şair Sylvia Plath’in 1956’da burslu olarak gittiği Cambridge’te “ölümüme neden olacak adam” dediği Ted Hughes ile tanışmasıyla başlar. Çift evlenip Londra’ya yerleşir. Sylvia’nın “şiir yazamayacak kadar” düzenli bir hayatı vardır artık. Ted, Sylvia’nın da çabalarıyla kariyerinde hızla yükselirken, Sylvia ‘kek yapma’ açısından verimli, ancak şiir açısından durgun bir döneme girer. Cazibe merkezi Ted’in etrafındaki bayan hayran sayısının artmasının verdiği sıkıntıya şiir yazamaması da eklenen Sylvia isterik boyutlarda kıskançlık nöbetleri geçirir ve depresif davranışlar göstermeye başlar.
Hangisi şairin canını daha fazla acıtır bilinmez; sevgilinin ihaneti mi, sözcüklerinki mi? Bilinen şu ki Plath, en önemli şiirlerini eşinin ihanetini öğrendiği dönemde yazar. Filmde karanlık görüntüler hiç de mutlu sona gitmediğimizin altını çizerken Sylvia, depresyonun son safhasına doğru ilerlemektedir. Uçurumun kenarında kendisini bekleyen ve ölümünden sonra onu meşhur edecek olan sözcüklerin onu tutacak kanatları yoktur ne yazık ki. Lady Lazarus şiirinde belirttiği üzere“her on yılda bir” denediği intihar eylemini, üçüncü girişiminde başarır ve otuz bir yaşında hayata veda eder.
Hollywood, son dönemde özellikle ilgilendiği “intihar eğilimli kadın edebiyatçılar” kervanına Saatler filminde Virginia Woolf’tan sonra Sylvia Plath’i de ekledi. Filmde, küçük yaşta babasının ölümüyle sarsılan ve genel olarak depresif bir kişiliğe sahip olan Plath, edebî kimliği ve şiir yazma sürecinden çok eşiyle olan mahrem hayatı ile ön plana çıkıyor. Bu noktada filme, bir şairin biyografisinden ziyade “aldatılan bir kadının hikayesi” olarak bakmak daha doğru.
İnsanın her türlü bireysel zaafını ranta dönüştürebilen film yapımcıları, bir şairin intiharını da kolayca rating malzemesi haline getirebiliyor. Bu noktada konu itibariyle Plath’in trajedisine yaslanan film, bireysellik ve yalnızlığı yücelten ve intiharı adeta fetişleştiren Batı kültürünün hayata “trajik bakışını” tam olarak yansıtıyor. Bu dünyada “sürgün” olan Batılı insana, “mutsuzluğunu sevdirme” gayretindeki trajik bakışta, aşkın yerini “Leyla’dan geçme faslına uğramayan bir egosantrizm”, hayatın yerini ise “sonsuzluğa ulaştırmayan bir son” alıyor. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Richard Kelly
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Drew Barrymore
Yapım: ABD, 2001, 113 dk.
Donnie Darko, varoluş ile ilgili sorularına “sevgiye kucak aç” gibi ucuz reçeteler sunma dışında cevap üretemeyen bir sistemin çarkları arasında sıkışan, kafası karışık bir Amerikan gencidir. Şizofrenik bir ruh haline sahip Donnie’nin en yakın arkadaşı, sadece kendisinin görebildiği Frank adında dev bir tavşandır. Frank’in bir gece ona dünyanın sonuna yirmi sekiz gün kaldığını söylemesiyle Donnie, olası kıyameti önleyebileceği tek yol olarak gördüğü zaman yolculuğunu araştırmaya başlar. Kıyamete doğru bu hızlı yol alışı durdurabilmesi ancak Hıristiyan teolojisine dayanan bir “kendini feda edişle” mümkün olacaktır. Amerikan toplumuna ve eğitim sistemine ciddi eleştiriler getiren film, bilim-kurgu gibi başlayıp, ardından insanın evrenle ilişkisini zaman ve kader ekseninde sorgulayan felsefî bir söyleme kayıyor. Yeni bir dünyanın ancak bir “yıkımdan” doğabileceği mesajıyla “Dövüş Kulübü”nü hatırlatan Donnie Darko, son dönemin en önemli bağımsız yapımları arasında. / Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen: Rosanne Arquette
Yapım: ABD, 2002, 100 dk.
Medya, 1850’lerde kadın figürünü şu an olduğundan daha farklı kullanıyordu. Kadın, evindeki varlığı ile bir tür arınmışlığın simgesiydi. 50’lerden sonra hâlâ evde olsa da artık rafine bir hayatı simgeliyordu. Eşinin ‘yarışmacı etik’ içinde kolayca terfi etmesindeki en önemli kişiydi artık kadın. Ve modern hayat sayesinde, evdeki fedakâr rolünü bir kenara bırakıp kalabalıklara attı kendisini. Toplumsal hayatın totalitesi içinde, bireyselleşme kaygısı ile aile hayatı arasında tercih yapmak durumunda kalan kadın, her fırsatta bu dengeyi nasıl kuracağını sorgulayıp durdu.
80’lerin aranan oyuncularından Rosanna Arquette de aynı sıkıntı ile Debra Winger örneğinden yola çıkarak, Hollywood’daki kadınların neden belli bir yaştan sonra kendilerini geri plana çektiklerini araştırıyor. Belgeseline, “hem oyuncu, hem de anne olmak ve iki durumda da yeterli olabilmek nasıl mümkün olur?” sorusuyla başlayan Arquette; Sharon Stone’dan Meg Ryan’a, Jane Fonda’dan Charlotte Rampling’e, Melanie Griffith’den Whoopi Goldberg’e kadar Hollywood’un kırk yaşın üzerindeki en önemli yüzlerine bu durumla nasıl başa çıktıklarını anlattırıyor. Hollywood’un ideal vücut ölçülerine ve pürüzsüz ciltlere sahip güzel oyuncuları, bu kez kadın olma özellikleriyle kamera karşısına geçiyor. Meg Ryan, çocuğu olduğu için yılda yalnızca bir film çekerek meseleyi çözdüğünü söylese de, bu fedakârlığı bile onun sıradan bir kadın olmasına yetmiyor. Çünkü annelik gibi üst düzey bir duygunun yerini bile bir anda bambaşka sorunlarla denkleştirebiliyor bu kadınlar. Star olmak için göğüsledikleri sıkıntılar, onlar için daha konuşulası bir hal alabiliyor. Dert yandıkları her durumu, tercih edilme kaygısıyla yaşamaya devam etmekten geri kalmayarak, sıradan bir kadın olmanın değil, “Hollywood’da kadın olma”nın portresini çiziyorlar. Sharon Stone’un birlik mesajı içeren konuşması bile aralarındaki ezelî rekabetin hafiflemesini sağlamıyor. Bu rekabet içinde, güzellik kaygısı olmayan, her uzvuyla barışık olduğunu kahkahalar eşliğinde haykıran ve adeta varlığıyla beyaz kadınlara meydan okuyan tek isim ise Whoopi Goldberg.
Güzel oldukları için, rollerini genç bir adamın sevgilisi olmaktan öteye geçiremeyen oyuncular, Hollywood’u, erkekleri ve kendilerini cesurca eleştiriyorlar. Anne olmaktan star olmaya, estetik ameliyatlara ve ezelî rekabete kadar pek çok tabu hakkında konuşan aktristler, birçok yerde yaşadıkları hayatı değiştiremeyeceklerinin sinyalini de veriyorlar. / Esra Bulut
Tavsiye Et