ULUSLARARASI ekonomik düzenin yönetimini iki savaş arası dönemde ciddi biçimde tehdit eden ‘büyük buhran’ benzeri krizleri ve gelişmiş ülkeler arasındaki karşılıklı korumacılık eğilimlerinin tekrarını engellemek için kurulan Bretton Woods sistemi savaş sonrası yeniden yapılanma döneminin dış çıpasını oluşturmuştu. İMF, Dünya Bankası ve GATT ekseninde işleyen sistem, bu yönüyle kurumsal mekanizmaların yaptırım gücünden yararlanmaktaydı. Yeniden yapılanma döneminin iç çıpası ise ABD’de ‘new deal’, Avrupa’da Keynezyan refah devletleri etrafında oluşturulan sosyal devlet mekanizmaları ve yapısalcı kalkınma iktisadından esinlenen müdahaleci ekonomi politikalarıydı. Ruggie’nin “kökleşmiş liberal uzlaşı” diye betimlediği ve uluslararası alanda serbest ticaret ve ekonomik aktivite ile ulusal boyutta devletin sosyo-ekonomik alanlara yoğun müdahalesini bağdaştırmaya çalışan bu simbiyotik ilişki biçimi uluslararası petrol krizleri ve ABD’nin post-Vietnam finansal krizi sonrası çatırdadı. Böylece uluslararası sistemde paradigmatik bir dönüşümün önü ister istemez açılmış oluyordu.
Takip eden dönemde Anglo-Sakson akademik ve politik çevrelerin başını çektiği neoliberal projenin ‘Chicago Okulu’ mahreci ve global bir dönüşüm vizyonu ile hayata geçirildiği gözlemlendi. Öncelikle dinamizmini büyük ölçüde yitiren ABD ve Avrupa ekonomilerinin piyasa güçlerine daha büyük bir hareket alanı sağlanarak ayağa kaldırılması planı ile öne sürülen ve ticari-finansal liberalizasyon, özelleştirme, deregülasyon gibi süreçleri evrensel boyutta destekleyen neoliberal proje, 1970’lerin sonuna doğru varlık sebepleri sorgulanmaya başlanan uluslararası örgütlere de yeni operasyon alanları sağladı. Kamu maliyeleri iflasın eşiğine geldiği için ‘gönüllü laboratuvar’ olmaya razı bir dizi Latin Amerika ülkesine ve bu arada Türkiye’nin başı çektiği gelişmekte olan ülkelere yeni dönemin makroekonomik yönetim ve kalkınma ortodoksisi olan ‘piyasa-ideolojik’ neoliberalizm yapısal uyum programları bağlamında yoğun biçimde ihraç edilmeye başlandı. Bu süreç ekonomik aktiviteyi sınırsızlaştırarak çokuluslu şirketlerin dünya üretimi ve ticareti içindeki nispî paylarını artırırken, finans piyasaları rahatlıkla manipüle edilebilen azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri global sermaye odaklarının kurtlar sofrasına takdim etti.
Uluslararası ekonomik kuruluşların, özellikle de Bretton Woods kurumları olarak bilinen İMF ile Dünya Bankası ve daha sonra kurulan Dünya Ticaret Örgütü’nün, neoliberal felsefi-ideolojik temele dayalı piyasa eksenli politikaları sosyal-insanî boyutlarından soyutlayarak tüm dünyaya yaymak konusunda sistematik bir gayret içinde oldukları biliniyor. Latin Amerika, Afrika ve Asya’da uygulanan pek çok yapısal uyum programının kısmî ya da küllî iflasına rağmen, içeriği ve sosyal etkileri üstünkörü tanımlanmış bir serbest piyasa modeli, ortodoks devletçi-müdahaleci yaklaşımlara kıyasla idealize edilerek finansal bakımdan köşeye sıkışmış ülkelere empoze edilmekte. Bu bağlamda standart ekonomi politikası paketleri ışığında, ulus devletlerin stratejik seçeneklerinin dar bir piyasa disiplinine tabi kılınmasının, devletin ekonomik ve sosyal yönüne dair önemli kısıtlamaları beraberinde getirmesi kaçınılmaz.
Konuya Türkiye’nin uluslararası örgütlerle ilişkileri açısından bakıldığında, global ekonomik sistemin [ne kadar iyimser olursak olalım] çevre zaviyesinde yer alan ve hem ağır borç yükü, hem de sık tekrarlanan krizler sebebiyle uluslararası kurumların en sadık müşterilerinden biri olan bir ülkenin ekonomik egemenlik alanının süratle daralmakta olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş ortamında askerî ve ekonomik olarak Batı kampı ile zoraki yakınlaşma süreci bağlamında tanıştığı uluslararası ekonomik kuruluşların, sosyo-ekonomik politikalara etkisinin çok partili yaşama geçiş sonrası sürekli arttığı söylenebilir. Marshall Planı’nın hazırlanması sırasında Türkiye’nin ekonomik ve sosyal envanterinin çıkarılması ile başlayan ilişkiler, Dünya Bankası’nın Barker ve Chenery gibi ünlü uzmanlarının Demokrat Parti döneminde uygulanan tarıma dayalı büyüme stratejisine temel olan raporlar hazırlamaları ile devam eder. Ardından, Kore Savaşı sonrası dünya tarım fiyatlarının düşmesi ve Menderes hükümetinin dengesiz büyüme politikalarının finansal limitlerine ulaşması sonrası 1958’de İMF’nin gözetimi altında tarihimizin ilk istikrar programı uygulamaya konulur. Bu bağlamda İMF, Dünya Bankası ve OECD’nin dönemin hakim politika yaklaşımı olan yapısalcı kalkınma iktisadına dayalı önerileri, Menderes yönetiminin borç olarak alınacak kaynakları rasyonel bir biçimde sarf edeceğinden emin olmak için, ekonomik planlamaya dayalı bir sisteme geçilmesi yönündedir. Siyasi kaygılarla planlama fikrine direnen Menderes ve arkadaşları 1960 darbesi ile alaşağı edilince, ilginçtir, dönemin askerî yönetiminin ilk icraatlarından biri Dünya Bankası uzmanlarının gözetiminde Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasını sağlamak olacaktır. Yani sivil siyasî otoritenin zayıfladığı ya da tamamen yok edildiği konjonktürlerde uluslararası ekonomik kurumların politika etkinliğinin göreceli olarak arttığı görülmektedir.
Benzer biçimde sosyo-ekonomik ve politik çalkantılar ile geçirilen 1970’lerin sonlarında İMF ve Dünya Bankası’ndan gelen radikal ‘kemer-sıkma tedbirleri’ ve politika değişimlerini istikrarsızlık ortamında hayata geçirmekte zorlanan hükümetlerin ardından, 24 Şubat Kararları ile ilan edilen yapısal değişim önlemleri ancak 1980 askerî müdahalesi sonrası hayata geçirilebilmiştir. Bu bağlamda müdahaleyi gerçekleştiren komuta heyetinin ara dönem hükümet üyelerini seçerken uluslararası kurumların gözetiminde oluşturulan ekonomik liberalizasyonun sekteye uğramaması için programın yerli mimarı Turgut Özal’ı ekonomi yönetiminin başına getirmeleri de not edilmelidir.
Özal’ın kendi siyasi projesi ile meczederek sürdürdüğü ekonomik açılım programı, Türkiye’yi gelişmekte olan ülkelere ihracata dayalı bir kalkınma modeli olarak sunmayı tasarlayan İMF ve Dünya Bankası’nın da önemli katkılarıyla ilk yıllarında suni bir rahatlama getirdiyse de, beklenen yapısal dönüşümü kısmen gerçekleştirebildi. Uluslararası kuruluşlar, 1980 öncesi liderlerinin aktif siyasete dönüşüyle başlayan siyasi istikrarsızlığa rağmen, ekonomik dengelerin nispeten olumlu görünmesi sonucu ekonomi politikalarına belirleyici etki yapabilecekleri konjonktürü bulmakta zorlandılar. Ancak Marmara Depremi, bankacılık sektörünün çöküşü ve dirayetsiz bir üçlü koalisyonun kesişiminde tekrar devreye girerek 1999 sonrası döneme damgalarını vurdular.
Son dönem İMF-Dünya Bankası etkisinin siyasi boyutunu önceki dönemlerden ayıran en önemli unsur, milletvekili dahi olmadığı halde Kemal Derviş’in Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı’ndan ithal edilip Ekonomiden Sorumlu Bakanlık makamına getirilmesiydi. Türkiye’nin ekonomi yönetiminin siyasi-demokratik meşruiyetini yerle bir eden ve neoemperyalist çağrışımlar yapan bu girişim nihayetinde üçlü koalisyonun sonunu hazırlayıp AKP’yi yıldırım hızıyla iktidara taşımış olsa da, dönemin şartlarında hazırlanan ortodoks istikrar programı halihazırdaki AKP hükümeti tarafından ince ayarlar yapılarak uygulanmaya çalışılan sosyo-ekonomik politikaların sınırlarını belirlemeye devam ediyor.
Neoliberal eksenli politikaların ne kadar süreyle ve ne tür sosyal-siyasal bedeller ödenerek uygulanabileceği muazzam ölçekli bir meşruiyet sorununu bünyesinde barındırıyor. Bu anlamda bir taraftan ulusal alandaki acil sosyo-ekonomik problemleri çözüp halkının yaşam standartlarını yükseltmek, diğer taraftan dünya ekonomik sistemi içindeki göreceli konumunu iyileştirmek zorunda olan Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu faktörler uzun perspektifli ve sosyal hassasiyetleri gözeten bir siyasi kararlılık, kurumsal dirayet ve devlet-özel sektör-toplum bütünleşmesinin oluşturacağı sinerjileri ortaya çıkartan realist ama ‘yerli malı’ politikalar olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et