TAHMİNİMDE yanıldım ve Başbakan Erdoğan, kendisinin seçilebileceği cumhurbaşkanlığı makamını Abdullah Gül’e bıraktı. Hürriyet gazetesi, açıklamanın hemen ardından yazarlarının görüşlerini alıp internet gazetesinde yayımladı. Başyazar Sayın Oktay Ekşi, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, cumhurbaşkanı olma fırsatı kendi elindeyken bundan feragat etmesi, önemli, altı çizilecek bir örnek olaydır. Bu açıdan kendisine takdir ifade etmek gerekir” dedikten sonra, ilave ediyor: “Ben şahsen, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede yaşamaktan mutluluk duymazdım.”
Ne yapalım, parayla saadet olmadığı gibi, demokrasiyle mutluluk da bir araya gelmeyebiliyor. Sayın Ekşi’nin bir de itirafı var: “Atatürk ve İsmet Paşa hariç, ben Çankaya’da bulunanlardan pek azı ile yıldızı barışmış biriyim. Bu nedenle Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olsa ona da katlanırdım.” Pek azı ifadesi biraz muğlak değil mi? Topu topu on cumhurbaşkanımız olmuş; bunların bir kısmı milli iradeyle Çankaya’ya çıkmış, bir kısmı da dipçik iradesiyle. Sayın Ekşi’nin kendilerine ‘katlanmak’ zorunda kaldıkları, sanıyorum birinci gruba dâhil olanlardır!
Peki, yeni cumhurbaşkanı adayımıza bir tavsiyesi var mı yazarımızın? Olmaz olur mu: “Abdullah Gül, bence başarılı bir dışişleri bakanı değildi. Ancak kişilik yapısı ve insan ilişkileri bakımından Recep Tayyip Erdoğan’dan daha başarılı olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanlığı makamında bu ‘artı’sını olumlu yönde değerlendirmesini dilerim. Ama cumhurbaşkanlığı makamının Türkiye’de çok önemli olduğunu, her gün Atatürk karşısında sınav vereceğini unutmamasını da tavsiye ederim.”
Atatürk Karşısında Sınav Vermek
Sayın Ekşi’nin iki gün sonra kaleme aldığı yazıdan Ahmet Necdet Sezer’in “Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir cumhurbaşkanı” olduğunu anlıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan cumhurbaşkanının tarifi de şu: “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in felsefesini özümsemiş; anayasal sisteme sadece saygılı değil, içtenlikle bağlı; hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerini gerçekleştirmek için tüm gücünü kullanan biri” olmak. Tarifte cumhuriyet, anayasa ve hukuk kelimeleri bolca kullanılsa da, demokrasi hiç kullanılmıyor; demos yani halk es geçiliyor.
Oktay Ekşi sıradan bir kişilik olsaydı konu üzerinde durmaya değmezdi. Fakat Sayın Ekşi, Türkiye Cumhuriyeti’nin prototip bir aydınıdır. Müstakbel Cumhurbaşkanı’na “Atatürk’ün gözleri her gün üzerinde olacak!” dediğine göre, vermek istediği mesajı deşifre etmek zorundayız.
Bu düşüncelerle Üsküdar İskelesi’nde Eminönü vapurunu beklerken gözüm “Ne alırsan 2 YTL” reyonundaki bir kitaba takıldı: Peyami Safa ile 25 Yıl. Yazarı, şu anda kimsenin hatırlamadığı Vecdi Bürün. Peyami, lise yıllarımın işaret fenerlerinden biriydi. Metodu olan bir düşünür, üslubu olan bir yazar, davası olan bir gazeteci. Kitabın hemen başlarındaki bir olayı okuyunca ürperdim. Peyami Safa çöken bir monarşinin ürünüydü, Oktay Ekşi çürüyen bir cumhuriyetin. Biri, yanlış düşündüğünü herkesin ortasında Atatürk’ün “yüzüne karşı” söyleyebiliyor; diğeri çiçeği burnunda cumhurbaşkanı adayını 70 yıl önce ölen Atatürk’le korkutuyor. “Muasır medeniyet yolunda” aldığımız mesafeyi bu karşılaştırmadan daha iyi verebilecek ne var?
Olaya geçelim. Cahit Sıtkı’nın da bulunduğu bir ortamda, Nizameddin Nazif anlatıyor: “Atatürk edebiyatçılarla konuşmak istemiş ve onları Dolmabahçe Sarayı’na davet etmişti. Peyami Safa da ünlü bir gazeteci ve edebiyatçı olarak davet edilenler arasındaydı. Atatürk, bilinen tavrıyla ve malum bir zamandan sonra masadakilere: -Sıfır nedir? Diye sorduğu zaman, Hasan Ali Yücel’in kalkıp: -Huzurunuzda bendeniz! Demesinin alışkanlığı ile, Halid Fahri Ozansoy’a: -Siz, bize lütfen edebiyat nedir anlatınız, demişti. Halid Fahri ayağa kalkıyor ve edebiyatın ne olduğunu anlatmaya çalışıyor. Fakat, Atatürk bir süre dinledikten sonra onun sözünü kesiyor:
-Olmadı efendim, olmadı!
Yılların edebiyat öğretmeni kıpkırmızı kesilmiştir. Fakat karşısındaki Atatürk olduğuna göre, kızarıp bozarmaktan başka yapacak hiçbir şey yoktur. Atatürk, dinleyin efendim, dedikten sonra anlatmaya başlıyor. Kendi anlayışına göre bir edebiyat tarifi veriyor ve herkes susmuş, alkış tutmaya hazır bir halde sözlerinin bitmesini bekliyor: ‘Edebiyat, bir ferdin veya cemiyetin duygularının, düşüncelerinin muayyen şekiller içinde ifade edilmesidir.’ Atatürk tarifin burasına gelince, herkes alkışlamak üzere ‘sözlerinin arkası geldi mi, gelmedi mi’ diye düşündüğü bir sırada, masadan bir ses yükseliyor:
-Olmadı Paşa Hazretleri, olmadı efendim!
Atatürk’ün masasında böyle bir cür’eti kim gösterebilmiştir? Kılıç Ali, bu itirazı geri alması veya tatlıya bağlaması için telaş içinde Peyami Safa’ya kaş göz işaretleri yapmaktadır. Recep Zühtü de aynı telaş içindedir. Çünkü Atatürk’ün rahatsız olmaması kendilerinin başlıca vazifeleridir ve bu uğurda canlarını bile ortaya koyacak kadar Atatürk’e bağlıdırlar.
Ne var ki, Peyami Safa onların işaretlerini görmezlikten gelmektedir. Atatürk susmuş ve bakışlarını bir süre Peyami Safa’nın yüzüne çevirmiştir. Kristal avizelerin parıltılarının yüzlerde garip akisler yaptığı salonda sıkıcı bir sessizlik hüküm sürmektedir. Bu sessizliği, Atatürk’ün beklenilenin aksine sakin suali bozuyor:
-Niçin olmadı Peyami Beyefendi?
Herkes şaşkın şaşkın Peyami Safa’nın vereceği karşılığı bekliyor. O da gayet sakin:
-Olmadı Paşa Hazretleri, çünkü tarifiniz iptidaî ve kurunu vustaîdir! (İlkel ve Ortaçağcıl!)
Atatürk’ün bir tarifini basit ve ortaçağa mahsus görmek! Kılıç Ali ve Recep Zühtü Beyler telaş içindedirler. İsmail Müştak’ın yüzünde bir tarafına inme inmiş gibi bir ifade vardır. Atatürk:
-Demek iptidaî ve kurunu vustaî? Dedikten sonra, peki siz tarif ediniz ve dinleyelim Peyami Beyefendi, der.
Peyami Safa bir konferans veriyormuş gibi ayağa kalkar. Kendisine böyle bir imkân tanıdığı için önce Atatürk’e teşekkür eder. Peşinden de Aristo’dan başlayarak Valery’e kadar gelen edebiyat anlayışını tarifler halinde verir. Edebiyat anlayışının çağlar içinde geçirdiği değişme ve tekâmülü anlatmak için bazı yazı ve şiirleri ezberinden okur. Atatürk büyük bir memnunluk içindedir. Peyami Safa sözlerini bitirip kendisini selamladığı zaman:
-Çok teşekkür ederim Peyami Beyefendi, der. Haklısınız. Benim edebiyat anlayışım Selanik’te Genç Kalemler devresine aittir. Ayrıca hiç meşgul olduğum da yok. Bizi aydınlattınız.” (Vecdi Bürün, Peyami Safa ile 25 Yıl, İstanbul: Yağmur Yayınları, 1978, s. 24-27.)
Kılıç Ali ve Recep Zühtü’ler bugün de telaş içindeler. Problem bu değil. Problem, bugünün Peyami Safa’larının başımıza birer Kılıç Ali veya Recep Zühtü kesilmiş olmaları. Bunu bir de vatan/millet edebiyatıyla yapmıyorlar mı, insanın kusası geliyor. Alıntılar fazla oldu ama Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını anmadan edemiyorum: “Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek haykırıyorduk. Büyüyünce öğretmenliği nasıl yasak edeceğimin hayaliyle yaşarken bir yandan da durmadan tekrarlardım: Öğretmenimi, yurdumu sevmek, budunumu -bu budun kelimesi bana kasapta çengele asılı etleri hatırlatırdı- korumak, saymak, üstün tutmak, doğruyum, yasam, onlardan, herkesten intikam almaktır, olmaktır, çalışkanım, armağan olsun!”
Sezar mı Tanrı, Halk mı Hayvan?
Cumhuriyet Türkiye’sinde sırtını bir şekilde Atatürk’e dayayabilen herkes küçük bir Sezar. Herhangi bir konuda Atatürk’ün gerçekte ne söylediği veya bugün yaşıyor olsa neler söyleyebileceği hiç önemli değil. Herkes kendi konumunu pekiştirmek için onda hazır bir malzeme buluyor. Atatürk’ün gözü onların değil, sadece ötekilerin üzerinde! Mesela herhangi bir konuda Anıtkabir’den başını kaldırıp: “Haklısınız. Benim bu konudaki anlayışım Selanik’te Genç Kalemler devresine aittir. Ayrıca hiç meşgul olduğum da yok. Bizi aydınlattınız.” demiyor. Demediği için de Oktay Ekşi’den Deniz Baykal’a kadar her boydan yazar ve siyasetçi, en azından meslekleri icabı “halkı, özgürlüğü, demokrasi”yi savunmaları gerekirken; başımıza birer Kılıç Ali kesiliveriyorlar. Yahut İsmail Müştak gibi, yüzlerinde bir taraflarına inme inmişe benzer ifadeler dolaşıyor.
Rousseau 18. yüzyıl ortalarında Toplum Sözleşmesi’ni yazarken, bizimkiler gibi dilinden hukuk kelimesini düşürmeyen Hugo Grotius’u eleştirir: “Grotius, her türlü hâkimiyetin yönetilenler yararına kurulmuş bulunduğunu inkâr eder. En çok başvurduğu muhakeme tarzı, daima hukuku olaylarla tesis etmektir. Zorbalar için bundan daha makul bir usul bulunabilir, ama daha elverişlisi bulunamaz… Grotius’a göre, insanlık mı yüz kadar adamın malıdır, yoksa bu yüz kadar adam mı insanlığın malıdır, işte burası şüphelidir. Kendisi birinci fikirden yanadır. Bu görüşe göre, insanlar bir takım evcil hayvan sürülerine bölünmüştür; her birinin başında, onu yutmak için koruyan bir şef vardır. Nasıl çoban sürüsüne nispetle üstün bir yaradılışta ise, insan sürülerinin çobanları olan şefleri de tebaalarından daha üstün bir yaradılıştadırlar. Philon’un dediğine bakılırsa, İmparator Caligula bu şekilde muhakeme yürütüyor ve böyle bir benzetmeden ya kralların tanrı yahut da halkın hayvan olduğu neticesine varıyordu.”
Hayvanın ayırıcı özelliği nedir? Aklının olmaması. Akıllıca davranmayan insanlara bile tepki olarak hayvan demiyor muyuz? İşte Hürriyet’in ikinci önemli yazarı Bekir Coşkun’un, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığına tepkisi: “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir güç odağı daha AKP’ye geçiyor. Bunun ötesinde ‘Tayyip çıktı, Gül çıktı’ hiç fark etmiyor. Çankaya’da Türkiye’yi temsil eden organda artık türbanlı bir bayan olacak. Ben bunu içime sindirmiyorum, sindiremiyorum da... Eylemlerin, şiddetini artırarak devam edeceğini düşünüyorum. AKP açısından çok akıllı bir manevraydı. Kendi açılarından ‘kafası çalışmayan toplum kesimlerinden’ büyük puan aldılar.”
Deniz Baykal’ın tavrını da aynı bağlamda değerlendirebiliriz. Zira halkta karşılık bulacak herhangi bir fikirden yola çıkmıyor. Cemal Süreya’nın yıllar önce altını çizdiği gibi, “Düşünceden, ideallerden değil; güç dengelerinden çıkış yapıyor.” Şairin 99 portresi içinde yer alan Baykal’ın, İsmail Cem’den farkı şu: “İsmail Cem yalnız düşünceleriyle var, Baykal’ın ise düşünceleri de var. Birincisi Eflatun’dan icazet almış, ikincisi Makyavel’den... Baykal, bedavacı. Üç kişinin içinde ahbap, yüz kişinin içinde yol gösterici, bin kişinin içinde hiç… Belirsizlikten çok şey umuyor; belirliliği de beklenmedik anda gövde gösterisi olarak alıyor. Köksüz, ama sürekli bir veliaht duygusu içinde. Tam denge yitimi noktasında ‘dayılanma’ eğilimi bu duygunun sonucudur.”
Güle Güle Sezar!
Cumhurbaşkanlığı makamına Abdullah Gül veya Recep Tayyip Erdoğan’ın geliyor olması asıl ve önemli mesele değildir. AK Parti’nin bugüne kadarki ve bundan sonraki siyasetinin ne kadar halk yararına olduğu da tartışmaya açıktır. Ekonomi ve dış siyasette göze görünür iyileşmeler olmakla beraber, AK Parti kendilerine büyük umut ve hayallerle oy veren milyonlarca insanın en basit yurttaşlık haklarına bile sahip çıkmamış veya çıkamamıştır. Ne katsayı rezaleti kaldırılabilmiş, ne “kamusal alan”da sürüp giden başörtüsü haksızlığı giderilebilmiştir. AK Parti’nin ikinci ve muhtemelen daha ezici bir seçim zaferinden sonra bile, bu haksızlıkların ortadan kaldırılacağı; kaldırılmasına teşebbüs edileceği şüphelidir.
Bu durumda Sezar, dışımızdan içimize doğru mu yürüyor? Sezarları siyasette, bürokrasi ve iş hayatında, medyada ve hatta sanat alanında birer ikişer tepeledikçe, kendimiz de Sezarlaşıyor muyuz?
Tornacı Hacı Ahmet’in dindar oğlunun cumhura reis olması önemlidir. Medya, bürokrasi ve iş dünyasında, toplumdaki demografik ağırlıklarına nispetle belki on misli daha güçlü bir konumda olan; bu yüzden Sezarlığı doğal hak sayanların, “kafası çalışmayan toplum”dan sert bir tokat yemeleri önemlidir. Belki yüz, belki iki yüz yıldır öykündükleri Avrupalıların bile bu Sezar karikatürlerini ciddiye almaması önemlidir.
Fakat daha önemli olan, Sezarlığın imkansız olacağı adil bir toplum düzenine doğru ciddi adımların atılmasıdır. AK Parti ak olup olmadığını; hatta parti olup olmadığını asıl o sahada gösterecektir. Wait and see...
Paylaş
Tavsiye Et