SİYASET literatüründe demokratikleşmeyle ilgili iki kavramdan biri demokrasiye geçiş, diğeri ise demokrasinin konsolide olması ya da yerleşmesidir. Demokrasiye geçiş bir vakıadır, belli bir tarihle birlikte anılır. Demokrasinin yerleşmesi ise uzun bir süreçtir. Bu sürecin başarılı olup olmadığı bir algılama meselesidir. Bir ülkede demokrasi, yegane meşru ve değişmesi mümkün olmayan siyasi sistem olarak algılanıyorsa, bir başka deyişle demokrasinin herhangi bir yolla inkıtaya uğraması beklenmiyorsa; buna yönelik talepler güçlü bir şekilde seslendirilmiyorsa, o ülkede demokrasinin yerleştiğini iddia edebiliriz. Türkiye’nin demokrasiye geçiş yaptığı 1950 yılından bu yana geçen uzun süreye rağmen böyle bir algılamanın varlığından söz etmek zor.
Türkiye’de demokrasinin bir türlü yerleşememesinin asıl nedeni, ülkenin seçkinlerinin, korkularını bir türlü yenememeleridir. Siyasi ve fikrî seçkinler arasında, parlamenter demokrasinin ‘gerici’ halk iktidarına yol açacağı için tehlikeli bir siyasi sistem olduğuna gerçekten inanan ve sesi gür çıkan bir grup var. Bunlar, sosyalist düşünceyi Kemalizme aşılamaya çalışan bir ideolojinin yayınlarını; 1920’lerin Kadro ve 1960’ların Yön dergileri ile Cumhuriyet gazetesini okuyarak büyüdüler. Bugün Cumhuriyet, Türk Solu gibi yayınlara sıkışan bu zihniyete göre, Türk halkı bir sosyalist devrim yoluyla değil, ancak tepeden inme militarist yöntemlerle modernleştirilebilir ve sınıf atlayabilir. Bu kesimler düşüncelerini bu topraklarda yeşerme imkanı bulamayan sosyalizme değil, laikliğe ve şimdilerde ulusalcılığa vurgu yaparak meşrulaştırma arayışında oldular. Bu zihniyete göre, laiklik Cumhuriyet rejiminin en esaslı ilkesidir ve demokrasi, geleneksel unsurları iktidara taşımak suretiyle rejimi tehdit eder hale geldiğinde yukarıdan müdahalelerle rafa kaldırılabilir.
Militarist zihniyet, asr-ı saadetleri olarak kabul ettiği 1930’lu yılların ruhunun her asırda canlı tutulması gerektiğini düşünüyor ve bu ruhun zayıflatılmasına neden olan her süreci rejimin temel niteliklerine yönelik tehdit unsuru sayıyor. Seçimlerle gelmiş iktidarlara karşı yapılan 1960 Darbesi ve nihayet 28 Şubat süreci bu tehditleri bertaraf ettiği için statükocu elit tarafından hayırla yad ediliyor. 1960 Darbesi’nin statükocu zihniyet için özel bir anlamı bulunuyor. Darbe öncesinde bir başbakanın yakasını tutup “Özgürlük istiyoruz” diyenler, darbenin ardından bir başbakanın ve iki bakanının idamından dolayı rahatsızlıklarını hiçbir zaman dile getirmediler; darbe geleneğini başlatan cuntayı Türkiye’nin “en özgürlükçü anayasası”nı hediye ettiği için alkışladılar. Nasyonel sosyalizmin en militan söylemini benimseyen yayın organlarından Türk Solu dergisinin internet sayfasında yer alan bir slayt gösterisinin başlığı ürpertici: “Menderes gibi geldi, Menderes gibi gidecek.” Herhalde Türkiye’deki sosyalistlerin bu militarist söylemlerini duysalar, üyesi oldukları uluslararası sosyalist teşkilatların yüzleri kızarır. Öyle anlaşılıyor ki Türkiye’de sosyalist faşizmin, onca halkçı slogana rağmen, yukarıdan müdahaleler dışında tutunacak dalı kalmamış.
Türkiye’deki statükocu zihniyetin krizini belli yapısal değişikliklere ve bunların neden olduğu zihnî dönüşümlere kadar götürebiliriz. Soğuk Savaş’ın bitmesi, Sovyetler Birliği’nin ortada bıraktığı enkaz, nihayet Çin’in giderek kapitalist ekonomik düzeni benimsemesi dünya sol hareketlerini büyük bir krize sürükledi. Soğuk Savaş’ın bitimi, aynı zamanda dünya siyasetinde milli kimlik ve din gibi materyalist bakış açısıyla anlaşılamayacak olguların etkili olduğu bir zemini hazırladı. Sol hareketlerden bazıları krizi kendilerini yenileyerek aşmaya çalıştılar. Türkiye’dekiler ise bir zihniyet yenilenmesi yoluyla taban arayışı yerine, militarizme ve ulusalcılığa tutundular.
Soğuk Savaş’ın bitimine doğru Turgut Özal’lı yıllarda içe kapanmacı statükocu ideolojinin yeni gelişen dünya siyaset şartlarına uyumlu olmadığı görülmüş, Türkiye’yi dışarıya doğru bir sıçrama yapmaya hazır hale getirmek için gerekli yapısal ve zihnî adımlar atılmıştı. Böylelikle daha önce çevrede yer alıp kendi kabuğunda yaşayan Anadolu, küreselleşme sürecinin de sağladığı imkanlarla dünyaya açılmaya ve böylece merkeze yönelik taleplerini dile getirmeye başladı. Ortaya çıkan yeni manzara, modernleşme teorisinin Türkiye’ye yönelik tasvirinin tam anlamıyla baş aşağı olmuş haliydi: Değişime direnen sanıldığı gibi halk kesimleri değil, devletçi ideoloji; değişimi omuzlayan da devlet değil, halktı. Liberalleşme ve küreselleşme sürecinin etkisiyle Anadolu’nun süratle devlet pençesinden kurtulup dışarıya açılmasına statükocu ideolojinin tepkisi ise 28 Şubat’la oldu.
Bugün Türkiye’de içe kapanmacı zihniyet ile dışa açılmacı zihniyetin en önemli çatışma alanını AB üyeliği oluşturuyor. Statükocu mentalite, tarihsel Batıcı kimliğine rağmen Batılılaşma sürecinin doğal uzantısı sayılan AB üyeliğine karşı çıkıyor. Üyelik sürecinin, geleneksel halk kesimlerinin kabuğunu kırmalarına imkan verecek şartları hazırlaması nedeniyle, içe kapanık rejimin temel niteliklerini tehdit eder hale geldiğini görüyorlar. Aynı şekilde ulus-devlet sınırlarının zayıflaması anlamına gelen küreselleşme sürecinde Anadolu halkı, Ankara’ya uğramadan dünyaya ulaşma fırsatı ve becerisi elde etti. Batılılaşma sürecine direnç gösteren halk kesimleri, bu yeni süreçleri aynı nedenlerle benimsiyor ve oluşturduğu fırsat alanlarını dolduruyor. CHP’nin AB karşıtı milliyetçi cephede, AKP’nin ise AB yanlısı entegrasyonist cephede yer alması çelişkisinin sosyo-ekonomik nedenlerini tespit etmek gerekiyor. Burada sözkonusu olan AB üyeliğinin gerçekleşip gerçekleşmemesi değil, Türk toplumunun süreçle birlikte tecrübe ettiği sosyo-ekonomik dönüşüm.
İdeolojik kriz içindeki zihniyetin Türk halkına dayattığı korku kültürü, mafyatik ve militarist dizilerle son birkaç yıldır popüler kültüre de sirayet etti. Sivil iktidarı ve Meclis’i vatan savunması konusunda beceriksiz ve duyarsız gösteren bu söylem, çeteler yoluyla illegal şiddeti kutsuyor. Vatanın elden gittiğine dair salınan korkuların ortaya çıkardığı zeminde, son örneğini Malatya’daki vahşi saldırıda gördüğümüz, gayrimüslim vatandaşları hedef alan bir ulusalcı şiddet dalgası esiyor. Bu olayların failleri, dinden değil; vatanın elden gittiğine dair korkulardan ve güvensizlik histerisinden besleniyor. Söz konusu korkuları İslami olmaktan uzak, içe kapanmacı ulusalcı söylem yayıyor.
Türkiye’nin enerjisinin, ülke sınırlarını zorladığı bir dönemde yeniden içeride tüketilmeye başlaması, bu ülkenin karşı karşıya bulunduğu en önemli kriz. Çözüm, toplumsal dinamizmi dışarıya kanalize etmekten geçiyor; bu ise ancak içe kapanmacı baskıcı rejimin yerine cesur, atak ve demokratik bir sistemle gerçekleşebilir. Demokrasinin yerleşmesi, seçkinlerin kendi korkularını üzerlerinden atmalarıyla mümkün olacak; zira kabuğunu kıran Anadolu halkı bu korkulara zaten yabancı.
Paylaş
Tavsiye Et