SON dönemde yaşanan gelişmelerin ardından Türkiye-Irak ilişkilerinin psikolojik bir kısır döngünün içerisine girdiğini söylemek mümkün. 2002 senesinin başlarından itibaren atılan bilinçli ama oldukça da irrasyonel adımlar neticesinde Irak dış politikamız siyasetten çok psikolojinin öznesi haline getirildi. 2002’nin başlarını hatırlayanlar, ilk psikolojik harekatın Türkiye’deki merkez medyanın yayınlarıyla başladığını da anımsayacaklardır. Merkez medya içerisinde zaman zaman neredeyse “Siyonist farz edilebilecek yayınlar” yapan bir gazete, Kuzey Irak oluşumunun başındaki aileyi “Yahudi olmakla suçlayan” manşetler atıp, bu minvaldeki köşe yazılarına yer verdi. Kendileri açısından da oldukça sorunlu bu yaklaşımın kaynağını o günlerde öğrenemedik. O tarihlerde ortalığı kasıp kavuran Sabetaycılık tartışmaları arasına sıkışan gündem de benzer yaklaşımlara verimli bir spekülasyon alanı sağladı. “Yahudi Barzani” dezenformasyonlarından, büyük şehirlerimizin duvarlarında “Barzani’ye Ölüm!” sloganlarına kavuştuğumuz günlere erdik. Psikolojik harekat başarıya ulaştı! Artık Irak siyasetimiz de, Kuzey Irak’taki gelişmeler de provokasyon düzeyinde müdahalelere açık hale getirildi.
Mesela bir gazeteci TSK’yı Kerkük’e sokabiliyor, Barzani’yi Türkiye’ye karşı direnişe geçirtebiliyor, Amerika’nın nasıl bir tavır alacağına karar verebiliyor, Türkiye’de bütün kesimleri bir anda seferberlik tartışmaları içerisine çekebiliyor. Kuzey Irak adeta her ay için ayrı bir “Kardak Krizi” hediye edebilecek kadar mümbit bir dış politika alanına dönüştü.
Siyasetin, özellikle de dış politikanın bu denli sıradanlaşması birçok olumsuzluğu beraberinde getirdi. Ama en büyük tahribatı, rasyonel uluslararası ilişkiler tartışma zeminini yok ederek yaptı. Adeta “bir el” Türkiye’nin, üzerine İngiliz kumaşından dikilip giydirilmiş deli gömleğini çıkarmasını engellemek için elinden geleni yaptı ve belli ölçüde başarılı da oldu. Son bir yılda yaşadığımız süreci doğru okumamız, geçmiş beş yılı nasıl bir psikolojik harekat içerisinde geçirdiğimizi doğru okumamıza bağlı. Kuzey Irak’ta özellikle son beş yılda yaşanan gelişmelerin üç aktörü bulunmaktaydı: Kuzey Irak oluşumları, Türkiye’deki kurumlar ve Amerika.
Kuzey Irak’ta 1940’larda siyasal örgütlenmesini başlatan KDP ve KYP, bölgemizin yakın tarihinin sıcak yan-aktörleri olageldi. Her iki parti de son 50 yıl içerisinde Kürtlerin dağıldığı Türkiye, Irak, İran ve Suriye dörtgeninde siyaset sahnesinde farklı görevler ifa ettiler. Dostluklar kurdular, düşmanlar kazandılar. Zaman zaman Rusya’ya, AB’ye, son dönemde ise Amerika’ya uzanan ilişkiler ağı içerisine girdiler. Sürekli kendilerinden çok güçlü devletler dengesi arasında ayakta kalma siyaseti güttüler. Irak özelinde ise Saddam zulmü altında uzunca seneler yaşamak zorunda kaldılar. Körfez Savaşı’nın ardından Iraklı Kürtler için denklem bir anda değişti, de facto bir bağımsızlık kazandılar. Körfez Savaşı’ndan 2002 Irak işgaline kadar geçen 11 yıllık süreçte yerleşik bir yapıya belli oranda kavuştular.
Türkiye ise aynı dönemi adeta bölgenin ilgisiz bir aktörü olarak geçirdi. Sınırın hemen öbür yanındaki oluşumu sadece seyretmekle yetindi. Derinliği olan hiçbir siyasi adım atamadığı gibi, bölgeye bakışını PKK sorunundan öteye götürmeyi de beceremedi. Kuzey Irak siyasetine 10 yıl boyunca hem güvenlik perspektifinden yaklaştık hem de Amerika’nın Irak ambargosuna müdahil olduk. Bu dönemin ekonomik faturası, en az 100 milyar dolar oldu. Oysa heder ettiğimiz 10 yıl, Türkiye’ye inanılmaz imkanlar sağlayabilirdi. Türkiye kendi içerisinde icat ettiği Kürt sorununda çözüme yakın iyileşme süreci başlatabilir, PKK büyük ölçüde bir sorun olmaktan çıkarılabilir, Kuzey Irak’la sınırların olabildiğince gevşetildiği bir atmosferde siyasi, ekonomik ve sosyal entegrasyon alanları açılabilirdi. Hiçbirisi yapılamadı. Gelinen oldukça sorunlu nokta masaya yatırıldığında da hep aynı nakaratı duyduk: Amerika. Bölgesel politikasını bu denli Amerika üstünden okuyan zihnin, elbette Amerikan korkularına yenilmesi mukadderdi. Özetle son birkaç yılda yaşananlar, Amerika’nın bizim adımıza icat ettiği korkulara yenilmekten başka bir şey değildi. Türkiye, sürecini yönetemediği ve yönlendiremediği Kuzey Irak siyasetinin dinamikleri arasına sıkıştı kaldı. AKP Hükümet Sözcüsü’nün geçen sene “postal yalayıcısı” diye hitap ettiği Mesut Barzani’nin tamir edilmesi zor çıkışları ile psikolojik eşiğimizi tam anlamıyla inşa etmiş olduk. Eğer illa bir Amerikan müdahalesinden bahsedeceksek, geldiğimiz son noktanın Amerika’nın tam da arzuladığı bir nokta olduğunu tespit etmemiz gerekir. Bu anlamda Kuzey Irak laf-atışması girdabından nasıl çıkacağımıza dair bazı öneriler de oldukça ilginçti. Mesela, Nisan ayı içerisinde, Zaman gazetesinin yorum sayfasında bir üniversite hocası sorunun nasıl çözülebileceğini şöyle anlatıyordu: “Barzani’ye suikast, paketleyip Türkiye’ye getirmek veya baharda Barzani’yi ziyaret!”
Türkiye, Kuzey Irak siyasetinde çuvaldızı kendisine iğneyi başkalarına batırmak zorunda. Ancak bu şekilde Amerika’nın arzuladığı fasit dairenin dışına çıkabilir. Türkiye’nin öncelikle bir Türkmen siyasetine ihtiyacı var. Cari siyasetin ismi Türkmen siyaseti olamaz. Olsa olsa “Kerkük odaklı bir kısım Türkmen’le iş tutmak”tır. Türkiye’nin Irak’taki bütün etnik ve mezhepsel gruplara aynı kardeşlik siyasetiyle yaklaşmasının yolu mezkur siyasetin belirlenmesinden geçiyor.
Öncelikle Irak’ta yaşayan bütün Türkmenlerin haklarını garanti altına alacak bir siyaset yaklaşımı geliştirilmelidir. Bu adımları atmanın öncelikli yolu bütün Türkmenleri kapsayacak girişimler olmalıdır. Kürtlerle kader birliği yapan Türkmenler hem Türkmen siyasetimizi Kerkük kısır döngüsünden çıkarmamıza hem de Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’yle en azından rasyonel bir ilişkiye geçmemize yardımcı olabilir. Bu adımlar atılırsa Kerkük konusunda da ilerleme sağlanabilir. İkinci önemli husus Kürtlerle yaşanan psikolojik gerilimin yönetilebilir bir düzeye çekilmesidir. Barzani veya Talabani’nin Türkiye dışında bir şemsiyenin altına girmeleri ya da girme ihtimalleri onlardan çok Türkiye’yi ilgilendiren bir husus olmalıdır. Türkiye 1991 sonrası bölgesel bir vizyona sahip olabilseydi, her iki oluşumun da Türkiye ile olan ilişkileri bugün tartıştığımız şeyleri akla bile getiremeyeceğimiz bir düzeyde olabilirdi. Türkiye’nin elinde ibreleri tersine çevirecek imkanlar hâlâ mevcuttur. Barzani’nin son çıkışları krizden imkana dönüştürülebilir. PKK konusunda belli adımlar atıldıktan sonra siyasi konularda masaya oturulmalıdır. 1991 sonrasında Amerikan gölgesine adeta kovalayarak gönderdiğimiz Kuzey Iraklı oluşumları yarın İran gölgesinde görmek istemiyorsak gerekli adımları atmak zorundayız.
Paylaş
Tavsiye Et