“EY Avrupa, benim Tarihim vardır,
O büyük dimağın, irfanın kadar;
Biçtiğin kaftanlar ruhuma dardır,
Küçük görme beni vicdanın kadar!”
Bu dizelerin yazıldığı tarih, Ziya Gökalp’in Malta adasında sürgünde bulunduğu 1919 senesidir. Osmanlı Devleti yenilmiş, İstanbul işgal kuvvetlerinin kontrolü altına girmiş, şair Malta adasına sürülmüştür. Fakat Cumhuriyet kurulup da Gökalp, Doğru Yol ve Türkçülüğün Esasları isimli kitaplara imzasını attığında Avrupa artık dar kaftanlar diken, küçük vicdanlı bir güç değildir; ait olduğu medeniyet dairesini benimseyeceğimiz bir güçtür. Öyle ki, Gökalp “Gazi Paşa Hazretlerine” adadığı bir başka şiirinde şöyle söylemektedir: “Medeniyet, gerçi bize uzaktır. / Mefkûremiz güneş kadar parlaktır. / Bütün millet yükselmeye müştaktır: / Kurtar bizi cehaletten, noksandan!”
Modern Türkiye’nin tarihine baktığımızda şunu çok net bir şekilde görebiliriz: Avrupa ya da Batı; Turancı, Kemalist ya da sol milliyetçi ideolojiyi benimseyen Türk seçkinleri için nadiren bir düşman, çoğu zaman da ileri bir medeniyetin simgesidir. Söz konusu seçkinlerin Türkiye’deki tarihi bu iki konum arasındaki gerilimin de tarihidir aynı zamanda. Aralarındaki ilişki gerilimli bir ilişki olsa da, karşımızdaki Katolik nikahı kıyılarak yapılmış bir izdivaçtır. Batı’ya yöneltilen eleştiriler, tarihi ve toplumlararası ilişkileri açıklayıcı, sadra şifa eleştiriler olmaktan ziyade mızmızlanma kabilindendir.
Türkiye’de bugün muhafazakâr milliyetçiliğin atası olarak gösterilen Peyami Safa’nın Türk İnkılabına Bakışlar isimli meşhur kitabının en temel vurgusu, Cumhuriyet’in sahip çıkılması gereken iki dayanağı olduğudur. Bunlar, milliyetçilik ve medeniyetçiliktir. Medeniyetçilik, Batı medeniyet halkasına dahil olmaktır. Safa’ya göre bunda tuhafsanacak bir şey yoktur. Zira Batı’nın gerçekleştirdiği medeniyet atılımının kaynağında da Türklerin ve Arapların geçmişteki başarıları yatmaktadır. Türk tarihinden Batı’ya geçen şey, Batı üzerinden tekrar Türkiye’ye aktarılmaktadır.
Sol Kemalizmin ya da milliyetçi solun medeniyet perspektifini en iyi anlatan materyal ise Yön dergisi sayfalarıdır. Dergide bir yandan Batı emperyalizmi eleştirilirken, diğer yandan kendisine sıklıkla başvurulan referans cümlesi “dünyanın en medenî ülkelerine bakınız!”dır. Toplum, modernleştirilmesi gereken feodal bir yapı; milliyetçilik ise ileri bir ideolojidir. Hakiki milliyetçiler sosyalistlerdir. Bu çizgiyi Aydınlık ya da Türk Solu’na kadar getirmek mümkündür. Kemalizm, burada her şeyin kendisine başvurularak açıklandığı temel referans çerçevesidir.
Kemalist milliyetçiliğe gelince. Onu da en iyi açıklayan Gökalp’in hars-medeniyet çerçevesidir. Medeniyet daireleri değişir, hars değişmeden kalır. Medeniyet taklit edilebilir, hars edilemez. Cumhuriyetimiz Batı safında yerini almıştır. Ancak bu, kültürümüzü koruyamayacağımız anlamına gelmez. Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’nda söylediği gibi, “Medeniyet, usûlle yapılan ve taklit vâsıtasıyla bir milletten diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Millî kültür ise, hem usulle yapılamayan, hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır.”
Tüm bu çizgilerdeki ortak noktaları tek tek belirtmeye gerek yok. Fakat yukarıda belirtilmeyen bir nokta var ki, o da bu düşünme biçimlerinin otokratik bir zihniyeti esas aldığı ve bu çerçevede Türkiye’de en önemli kurum olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni gördüğüdür. Söz konusu siyasî çizgilerin tarihteki temsilcileri ve günümüzdeki uzantıları orduyu siyasetin kilit taşı olarak değerlendirmektedir.
Bu nedenle, Batı’ya dönük “ulusalcı” eleştirilerin temellendiği nokta, bugüne kadar “güvenlik” eksenli olmuştur. Yoksa ideolojik, felsefî ya da kültürel değil. Peki nasıl anlamak gerekiyor bu güvenlik endişesini? Buradaki endişe, uluslararası ilişkilerdeki gelişmelere dayalı olmaktan çok, Türkiye siyasetinde yaşanan gelişmelere bağlı olarak gündeme gelen bir korku psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, temel endişe toplum olarak bir şeyleri kaybetmek değil, birilerinin iktidar kaybetmesidir.
Kızılelma Koalisyonu
Hikâye devam ediyor. Hatırlayalım, 23 Şubat 2003 tarihinde Âbide-i Hürriyet meydanı ilginç bir görüntüye ev sahipliği yapmıştı. Kıbrıs meselesinin çözümü konusunda Annan Planı’nın gündemde olduğu o günlerde Türkiye siyasî tarihinde örneğine pek de sık rastlamadığımız bir hadise cereyan ediyor ve “Denktaş’a Destek Mitingi”nde Ülkücüler, İşçi Partililer, BBP’liler ve DSP’liler birlikte boy gösteriyorlardı. Türkiye’nin bağımsızlığının tehlikede olduğunu iddia eden bu gruplar, Annan Planı’na ve Avrupa Birliği’ne karşı birlikte slogan atıyorlardı. AB’nin Türkiye’yi böleceğine vurgu yapan ve Irak’a asker gönderilmesine karşı olan bu gruplar süreç içerisinde ulusalcı bir söylemde ortaklaşmaya başladılar. Kemalist Türk Solu dergisi 21 Temmuz 2003 tarihinde “Türk’ün Ateşle İmtihanı” başlıklı bir dosya hazırladığında herkes oradaydı. Ülkücü camianın eli kalem tutan isimlerinden Kemal Çapraz, 28 Şubatın karton kahramanlarından Anayasa Mahkemesi eski başkanı Yekta Güngör Özden, şehit aileleri avukatı Zeki Hacıibrahimoğlu, Bedri Baykam, Yurt Partisi başkanı Saadettin Tantan, Aydınlar Ocağı başkanı Prof. Mustafa Erkal hep aynı ağızdan konuşur olmuşlardı. Bu birlik ve beraberlik ruhu 30 Ağustos 2003 tarihinde Taksim Meydanı’nda Ülkücü Gençlik, İşçi Partili Öncü Gençlik ve Atatürkçü Düşünce Derneği’nin katılımıyla düzenlenen “Ya İstiklal Ya Ölüm” mitingi ile şahlanacaktı ki, “eyleme renk verme kavgası” yüzünden gruplar arasında çatlaklar yaşanmaya başlandı. 2004’ün Ocak ayında Ülkü Ocakları, “Kızılelma Koalisyonu” olarak adlandırılan bu koalisyondan çekildiğini açıkladı. Ne var ki, geliştirilen ortak söylem hâlâ canlılığını koruyor ve Türk siyasetinde ortak bir cephe görünümü veriyor.
Kendisini Kuvâ-yı Milliye cephesi olarak da isimlendiren bu cephede ortaklaşılan söylem, AB ve ABD karşıtlığı. İlginç bir nokta da, hükümete eleştiri yöneltilirken “irtica” ve “şeriat” kavramlarının ısrarla kullanılmaya devam edilmesi. Örneğin Yekta Güngör Özden’in Avrupa’ya yönelttiği eleştiri, Avrupa’nın Kürtçülere ve şeriatçılara sahip çıktığını iddia etmesi. Bir başka ilginç nokta ise, Saadet Partisi’nin de zaman zaman bu ittifak içerisinde boy göstermesi. Bu, bir siyasetin mi, yoksa siyasetsizliğin mi göstergesi diye insan sormadan edemiyor.
Kızılelma Koalisyonu’nun arkasındaki önemli isimlerden bir tanesinin Susurluk skandalının meşhur isimlerinden emekli Tuğgeneral Veli Küçük olması da dikkate şayan. Ulusalcı söylemin ortak rahatsızlığı, Türkiye’de Batıcılık tekelinin kaybedilmesinden kaynaklanmaktadır. Bugün Türkiye’de yükseltilmek istenen ulusalcı dalga, bir hassasiyetin değil, bir alerjinin ürünüdür.
Tepkisel tavırların oluşturduğu dayanaksız koalisyonları eleştirmek, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları görmemek olarak algılanmamalı. Ama değerlendirmeleri “AB karşıtlığı” gibi sentetik bir cephe etrafında değil, çok daha özgün zeminlerde ve Batı ile İslam dünyası arasındaki ilişkilerin tarihî geçmişini göz önünde bulundurarak ortaya koymak gerekiyor. Gerek AKP’nin politikalarına, gerekse genel gidişata ilişkin eleştirilerin tutarlı ve arı/duru olması şart. Bir de, Türkiye’de rollerin nasıl böyle ters yüz edildiği konusu, üzerinde durulması gereken bir diğer husus: Sabık İslamcılar AB’ci, Kadim Batıcılar AB karşıtı yapan metamorfoz ise yine bu bağlamda ele alınması gereken bir başka boyut. Bu da başka bir yazının konusu olsun.
Paylaş
Tavsiye Et