KOMÜNİST Manifesto, milliyetçi hareketlerin birbirleriyle yarıştıkları 1848 Avrupası’nda, anti-milliyetçi bir içeriğe sahip “proleter enternasyonalizm” gibi evrensel bir söylemle ortaya çıkmıştı. Milletleri modern kapitalizmin yükselişi ile birlikte ortaya çıkan bir burjuva fenomeni olarak gören Marks ve Engels, milliyetler sorunu ile ilgili olarak çok az şey söylediler. Zira onlara göre, millî farklılıklar olarak ifade edilen şey, siyasî anlamda daha önemli olan işçi sınıfının içerisinde mutlaka anlamını kaybedecekti. Kısacası klasik Marksizmde milletler ve milliyetçilik sosyal sınıflar vasıtasıyla aşılacak olgular olarak görüldü.
Teorik anlamda milliyetçilik konusunda Lenin’in de Marks ve Engels’den farklı düşünmediğini söylemek mümkündür. Ancak sıra Sovyetler Birliği gibi çok uluslu bir siyasî yapılanmayı konsolide etmeye geldiğinde, Lenin’in bu kez teori ile pratiği uyumlulaştırma çabası içine girdiği görülür. Lenin’in milliyetler sorunu ile ilgili olarak bulduğu çözüm self-determinasyon (ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı) prensibidir. Lenin’in self-determinasyon ilkesinin dış politikaya yansıması ise, Batı sömürgesi altındaki coğrafyada ve eski imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan ulusların “burjuva devrimlerini” desteklemek şeklinde ortaya çıkmıştır. Türkiye örneği üzerinden düşündüğümüzde, Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen ulusal hareketin anti-emperyalizm vurgusunun, Lenin’in desteğini almayı başardığı görülür. Ancak dönemin asıl komünist hareketi Mustafa Kemal’inki değil, Mustafa Suphi’nin liderliğini yaptığı harekettir, ki bu hareket Mustafa Kemal tarafından tasfiye edilmiştir. Bununla birlikte yine de 1960’larda şekillenecek olan Türk solunun temel referans noktasını, Mustafa Suphi ve ekibi ya da diğer komünist hareketler yerine Mustafa Kemal’in anti-emperyalist ulusal mücadelesi oluşturacaktır.
Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerine verdiği desteğe rağmen Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı kadroları, millî mücadele yıllarında Batı ile Sovyetler Birliği arasında herhangi bir tercihte bulunmamış ve komünizme karşı mesafeli bir yaklaşım benimsemiştir. “Kimseye benzemezlik” ya da “biz bize benzeriz” şeklinde de ifadelendirilen Türkiye’nin özgünlüğü tezi (üçüncü yol), ileriki yıllarda Türkiye’nin hem sağ, hem de sol kesimleri tarafından dile getirilecektir. Bu da, Kemalizm’in Türk siyasal kültürü üzerindeki güçlü etkisini göstermesi açısından önemlidir. Kemalist yaklaşımda önemli yer tutan söz konusu üçüncü yol yaklaşımı, otuz-kırk yıl sonra ortaya çıkacak olan Üçüncü Dünya Hareketi’nin öncüsü olarak değerlendirilebilir. Çünkü Kemalizm, Üçüncü Dünya Hareketi’nin ortaya çıkmasından çok önce ortaya çıkmış bir bağımsızlık hareketidir ve 1920’lerde sürdürülen diğer ulusal direniş hareketlerine örnek olmuştur. 1919-1923 yılları arasında Kemalizm’in Anadolu insanına ve tüm İslam dünyasına verdiği mesaj, Milli Mücadele’nin Avrupalıların saldırılarına karşı Hilafet’i korumak için yapıldığı şeklindeydi. Bu nedenle özellikle de Asya ve Afrika’daki ulusal direniş hareketleri, Hilafet’i koruma misyonu nedeniyle Kemalizm’e ve onun yürüttüğü mücadeleye sempati ile yaklaşmışlardır. Tunus’ta, Fas’ta, Cezayir’de, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Hindistan’da, Orta Asya’da, İran’da ve Afganistan’da yaşayan Müslümanlar Millî Mücadele’yi yakından izlemişler, Kemalizm’in başarısını Hilafet’in kurtuluşu olarak yorumlamışlardır.
Ancak millî mücadele yıllarında Kemalizm’in ideolojiden ziyade büyük ölçüde pragmatizme ve gerçekçiliğe dayandığını söylemek mümkündür. Kemalizm’in ilkelerinin belirlenmesi ve sistematik bir biçimde uygulanması Milli Mücadele’den sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır. Kemalizm’in sonraki yıllarda iyice belirginleşen ilkeleri ve uyguladığı ekonomi politikalar, Kemalist modelin yeniden üretildiği sol düşünsel ve siyasî platformlarda tekrar gündeme getirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de sol Kemalizm olarak adlandırılan akımın ilk örneği Kadro dergisidir. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü tarafından desteklenen Kadro dergisi sosyalist ekonomik sistemle kapitalizm arasında devletçi politikaları içeren bir ekonomik model önermiştir. Pek çok kişi Kadro dergisini, Kemalizm’in ideoloğu ve erken dönem üçüncü dünya ulusçuluğunun temsilcisi olarak tanımlamaktadır.
Üçüncü dünya ulusçuluğunun tüm dünyada güçlü bir ivme kazandığı 1961’de bir grup Kemalist-solcu aydın (öncüleri, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Sosyal, İlhan Selçuk, İlhami Soysal ve Cemal Reşit Eyüboğlu) tarafından çıkarılan Yön dergisi ise Kemalist sol akımın bir diğer örneğidir. Yön hareketi, dünyanın diğer az gelişmiş ülkelerinde ortaya çıkan sosyalist - milliyetçi üçüncü dünya hareketleri (Afrika ve Asya’daki bağımsızlık savaşları, Mısır’da Nasırizm ve Arap dünyasında Baasçılık) ile aynı dönemde ortaya çıkmasına rağmen, düşünsel arka planını Kemalist milliyetçi modele dayandırmıştır.Yön dergisi, 1960’larda hem Türk sağında, hem de Türk solunda varolan üçüncü yol arayışlarının entelektüel anlamda en iyi ifade edildiği yer olması açısından da önem arz etmektedir. 1960’larda Türkiye’de ağırlık kazanan siyasî faaliyetlerin en belirgin ortak özelliği milliyetçi olmalarıdır. Gerek sol, gerek sağ kesimden olsun bu dönemde birbirleriyle yarış içinde olan bütün siyasî hareketler milliyetçidirler ve hepsi de kendi milliyetçiliklerinin en doğru milliyetçilik olduğunu savunurlar.
1960’ların Üçüncü Dünya Ulusçuluğu’nun Türkiye yorumu olarak tanımladığımız Yön hareketi, dünyada yükselen üçüncü dünya hareketlerinin bir türevi olduğu kadar, Türkiye’nin iç siyasî ikliminin de bir ürünüdür. 1960’ların Türkiyesi’nde teorik ve pratik açıdan ayrışan pek çok sol grupla karşılaşırız. Bu gruplar teorik planda, uluslararası alandaki sosyalist hareketlerle Türk solunun ilişkisinin nasıl olması gerektiğinden, sosyalist devrimin hangi sınıfların eliyle gerçekleştirileceğine kadar pek çok konuda farklı düşünmektedirler. Devrimci eylemin niteliği de (parlamenter demokrasi mi, sosyalist devrim mi?) teoride farklılaşmalar yaratan bir diğer alandır. Tüm bu sorunların en canlı biçimde tartışıldığı entelektüel platform Yön dergisidir ve Yön yazarlarına göre, bilinçsiz işçi sınıfı yerine asker-sivil aydın zümrenin (ya da bürokratik kesimin) sosyalist devrime öncülük etmesi gerekir.
Sol Kemalizm, 12 Mart 1971 darbesi sonrasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan aydınların savunduğu bir ideoloji haline dönüşürken, 12 Eylül darbesinden sonra da aydınlanma felsefesini benimsemiş aynı çevreler tarafından temsil edilmiştir. 1990’lara gelindiğinde ise, sol Kemalist olarak nitelendirebileceğimiz kişiler küreselleşmeye ve Türkiye’nin AB üyeliğine muhalefet etmekte, Kürt milliyetçiğine karşı ulusçuluk, siyasal İslam’a karşı laiklik, serbest piyasaya karşı ise devletçilik ilkelerini savunmaktadırlar.
Türkiye’nin siyasal kültürü açısından bize uygun bir zemin ve zengin bir laboratuvar sunduğunu düşündüğümüz Kemalist sol akımlailgili olarak, Türk siyasî hayatında ciddi bir sapmayı temsil etmesi gerekirken, nasıl oldu da tam tersine sürekliliğini sağlayabildiği sorusu sorulabilir. Bu noktada Türkiye’deki siyasî parti ve hareketlerin hangi dinamiklerle ortaya çıktığı meselesi de önem kazanmaktadır. “Türkiye’de solun dayandığı zemin, sosyo-ekonomik sınıflar arasındaki çatışmalar ya da diğer bir ifadeyle sosyo-ekonomik toplumsal kutuplaşma mıdır?” sorusu bize diğer siyasî hareketleri anlamak açısından da önemli bir açılım sağlamaktadır. Sol Kemalizm, Türkiye’deki siyasî bölünmelerin sosyo-ekonomik değil, sosyo-kültürel bir temele dayandığını anlamak bakımından ironik bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. İroniktir; çünkü ekonomik temelli bölünmelere en fazla dayanması beklenen böylesi bir hareket, bu özelliği bünyesinde taşımamaktadır. Bu da üçüncü dünya ulusçuluklarının ve sol hareketlerinin içinde bulunduğu aşılması zor bir çelişkidir.
Paylaş
Tavsiye Et