ELLİ yılda beş darbe veya askerî müdahaleye şahit oldum. Her on yılda bir darbe! Bunu ancak köksüzlükle açıklayabiliriz. Ne veya kimdir köksüz olan?
Kimilerine göre köksüz olan, demokrasimizdir: Bu ülkeye, bu halka, bu kültüre uymayan bir yönetim biçimidir demokrasi. Demokrasinin kök salabilmesi için, önce kapitalizmin yerleşmesi lazım. İnsanların devlet torpili ve müdahalesi olmadan serbestçe para kazanabilmeleri lazım. Demokrasi öncelikle bu kazanma ve biriktirme haklarının teminat altına alınması demektir. Bunun bir uzantısı olarak da sıradan ahalinin fikir ve inanç özgürlüğünün sağlanmasıdır. Nobel ödüllü romancımız Orhan Pamuk, ilk önemli eseri Cevdet Bey ve Oğulları’nda bunu çok güzel resmediyordu:
Romanda Cevdet Bey’i tamamlayan girişimci Ömer, Avrupa’da mühendislik tahsili yapmıştır. “Avrupa’dan çok şey öğrendim. Burada hımbıl bir insan olamam artık. Azla yetinemem. Bu hayatta bir şeyler yapmalı. Onu doldurmalı. Herşeyin ötesine geçmeli... Sıradan bir hayat istemiyorum ben!” Ömer’in tek gayesi para kazanmaktır. “Para kazanacağım! Bu parayla her şeyi ele geçireceğim! Her şeyi... Ben uyuz bir Türk olmak istemiyorum!” Milletvekili Muhtar Bey’in kızı Nazlı ile sözlüdür. “Bir milletvekili fatih olma yolunda insana neler sağlayabilir?” Ankara’da yeni yeni ihaleler alır, çok para kazanır, ona ve karısına hayran olurlar ve arkalarından “Şu Ömer Bey hiçbir şeyle yetinmez” derler.
Kemah’ta bir tünel ihalesi alan Ömer uzun zaman orada çalışır. Şantiyedeki ilginç tiplerden biri Herr Rudolph adındaki Alman mühendistir. Aralarında Doğu-Batı, gelenekçi düşünce-aydınlanma gibi konularda uzun tartışmalar geçer. Ömer kendisini Balzac’ın Goriot Baba romanındaki Rastignac’a benzetmektedir. Herr Rudolph güler:
“Sizi Rastignac yapan tohum bu toprakta, Doğu’nun bu sert, acımasız toprağında nasıl yeşerir bilmem. Sizin hırslarınıza bu toprak uygun değil. Çünkü bu toprak eski ve verimsiz otlarından, dikenlerinden temizlenmedi. Balzac’ın Rastignac’ının arkasında kanlı Fransız Devrimi vardı. Burada! Burada en büyük efendi hâlâ Kerim Naci Bey... Burada bütün demiryolu inşaatının en büyük patronu bir toprak ağası... Hem toprak ağası, hem demiryolu müteahhidi, hem de milletvekili... Size birşey kalmamış dostum. Hah, ha... Yaşlı otlar, dikenler her yeri tutmuşken siz neyi fethedeceksiniz Herr Fatih?”
Nobel ödüllü romancımız taşra burjuvazisine dair bu önemli tesbitleri yaparken, arkası yeterince ‘sağlam’ olmadığı için Nobel’e aday gösterilemeyen şairimiz Cemal Süreya, demokrasinin güya belkemiğini oluşturacak olan büyük şehir burjuvazisini şöyle resmediyordu:
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını
tartışacak kadar naiftirler.
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak
viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da
lahmacuna havyar sürecek kadar.
Tecimendirler yüzyıllar boyunca
karılarına hükümdarların sataşmasını
ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden
toplumbilim kuralları çıkaracak kadar.
Düğünlerinin provası yapılır
sünnetlerinin de ölümlerinin de.
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne
sayısız özdeyiş yatar kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak
hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice
duygusaldırlar iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile,
ama yaşatmayı bilmezler.
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
kalırlar orda.
Demokrasi Değil, Devlet Köksüz!
Kimilerine göre köksüz olan devlet sistemimizdir ve köksüzlüğün kablettarihi ya 1908 darbesine, ya Sultan Abdülaziz’in halline (1876) yahut Vakayi Hayriye’ye (1826) kadar geri götürülebilir. İlk ikisinde meşru hükümdarın zor kullanılarak idareden uzaklaştırılması; üçüncüsünde (kronolojik bakımdan birincisinde) ise hükümdar gücünün teminatı olan askerî gücün (yozlaştığı iddiasıyla) bertaraf edilmesi söz konusudur. Yani bu üç olaydan sonra, hükümdarın meşruluğu da, hükümdar gücünün dayanağı olan askerî odağın meşruluğu da hep şüpheli, hep tartışılır olmuştur. Ne Çanakkale harbinin görkemi, ne de onun zayıf bir uzantısı olan İstiklal Harbi muharebelerinin hüznü bu derin şüpheyi giderebilmiştir.
Ulusçuluk takıntısı olmasaydı; Cumhuriyet, yaramıza melhem olabilirdi. Meşruluk sorununun temelinde yatan hükümranlık meselesi, gücün “sultandan meclise” aktarılmasıyla yeni bir safhaya girecek; belki köklü bir çözüme kavuşacaktı. Fakat ulusçuluğumuz ithal bir kavramdı ve sosyal gerçekliğimizle örtüşmüyordu. Cumhuriyet’i kuranlar, pozitivist bir devlet anlayışını adeta ‘düşman’ saydıkları bir topluma zorla benimsetmeye kendilerini memur addettiler. İsmet İnönü, 17 Mayıs 1968’de Ulus gazetesinde yayımlanan hatıratında şu itirafta bulunmuştu: “İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göç eden ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. Dedim ki: İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilmelisiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” Buradaki subay kelimesini bütün bürokrasiye teşmil edebiliriz. Kendi milletinin düşmanlığını kazanmayı başarmış tek bürokrasi herhalde Cumhuriyet bürokrasisidir.
28 Şubat müdahalesinden birkaç ay sonraki bir Londra seyahatimde, Türkyar’da Somali, Cezayir, Suriye gibi ülkelerden gelen gençlerle sabaha değin sohbet etmiştik. Türkiye’ye olağanüstü ilgi duyuyor, niçin çağdaş Türk düşüncesini İngilizce veya Arapça yoluyla yaymadığımıza şaşıyorlardı. Onlara “sömürge olmamış milletlerin yabancı dilde konuşup yazmalarının sıhhat alameti olmadığını” söylediğimde şaşkınlıkları daha da artmıştı. Kendilerine o gün keşfettiğim bir Japon toplumbilimcinin (Nozomu Kawamura) sözünü hatırlatmıştım: “İngilizceyi iyi konuşanlara güvenilmez!”
Öğrenmek istedikleri şey esasta şuydu: Türk devleti, milletinden ne istiyor? Cevabım kısaydı: Kendisini ciddiye almasını! “Yani devleti ciddiye almayan millet midir? Biz bunun tam aksini düşünüyor, devletin milleti ciddiye almadığını sanıyorduk.” Hayır, diyorum. Devlet kendini kuruluşundan itibaren millet-karşıtı bir konuma yerleştirdi ve bütün gücüyle onu “adam etmeye” çalıştı. Millet ise büyük bir ferasetle bu karşıtlığı görmezden geldi. Geçmişle bağları koparan asrî yöneticileri değil, benliklerinde geleneğin ruhunu somutlaştıran ‘gazileri’ takip etti. Onların bir kısmının, bu yönelişi istismar etmiş olması önemli değildir. Önemli olan, milletin bir asır sonra bile sadece gazileri takip edeceğini açık seçik dile getiriyor olmasıdır. Hülasa devlet, milletin kendini (yani devleti) adam etmesini hazmedemiyor. Ve kaçacak delik arıyor. Mesele bundan ibarettir.
Millet Niçin Sokağa Dökülmüyor?
İmtiyazlı azınlık, devlet partisi CHP rehberliğinde sokağa inerken, bazıları derin milletin sürüp giden sessizliğine anlam veremiyor. Diyorlar ki, bu denli sindirilmiş bir millet miyiz? Hatta bu denli sindirilmiş isek, ‘millet’ miyiz?
Aklıevvellerin kestirme cevabı şu: Evet, Anadolu insanı sistemli biçimde sindirilmiştir. Hem de bu sindirme yirminci yüzyıla özgü değildir. Anadolu binlerce yıllık bir “yolgeçen hanı”dır: Persler ve Moğollar Batı’ya yürürken ezip geçmiştir; İskender ve Haçlılar Doğu’ya yürürken. Selçuklu ve Osmanlı tecrübeleri de farklı değildir. Bilhassa ikincisi, devşirme gücüne dayalı bir askerî yönetimle Anadolu’yu yüzlerce yıl baskı altında tutmuştur. Cumhuriyet bu bakımdan Osmanlı’nın modernleşmesinden ibarettir!
Ben tam aksini düşünmeye meyyalim: Anadolu insanı, yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar en az sekiz asırlık bir gerçek hürlük yaşamıştır. Bu hürlüğün kaynağı sadece ekonomik, politik ya da kültürel değildir. Anadolu insanı kelimenin bütün anlamlarıyla HÜR olmuştur. Ekonomik bakımdan hürdür, çünkü kendine yetecek kadar toprağı vardır (“çift-hane sistemi”) ve angarya yükümlülüğü yoktur. Kültürel bakımdan hürdür, o devir Avrupa’sının aksine, dil ve din serbestisi tartışma konusu bile edilmemektedir. Politik bakımdan hürdür, yerel beylerin insafına terkedilmiş değildir; merkezin ve şer’î yargı gücünün teminatı altındadır. Bu geniş hürriyet, Anadolu insanında devlete karşı özel bir tutum geliştirmiştir: Devlet, gözbebeği gibi korunması, üzerine titrenmesi gereken bir kurumdur, çünkü hakkın ikamesi ancak onunla mümkün olmaktadır.
Saltanattan cumhuriyete geçişi millet bu yüzden kolay benimsemiştir. Çünkü esas olan, hakkın kaim kılınması, adaletin tesis edilmesidir. Bunu hangi siyasi ‘sistem’ daha iyi yapacaksa, o yaşatılmalıdır. Gerçi bu tahavvül, halkı mahzun etmiştir; ama hüznün kaynağı, kendisine altı asır dirayetle önderlik edegelmiş Osmanoğullarına reva görülen muameledir. Bir de hilafetin ilgası.
Millet sadece bugün değil, neredeyse yüz yıldır sokağa dökülmüyor; çünkü yapay bir ulus değil, hakiki bir millettir. Millet, sokağa dökülecek bir güruh değildir. Devletinin gurbete çıktığının farkındadır. Ona bünyevî zarar verecek her şeyden sakınmakta, tepkisini zamana yaymaktadır. Sözde ‘derin’ devlet, milletteki bu gerçek bilgelik ve derinliği keşfetmek yerine, hâlâ onu ırkçı, ayrımcı bir medeniyetin kavramlarıyla tanımlıyor. Ve bu uğurda zaman zaman zorbalığa başvuruyor. Oysa gerek dünya sistemi içinde, gerek her bir devlet sistemi içinde, gerçekten güçlü olanlar zora başvurmazlar. Cebir, zaaf işaretidir.
Millet sokağa dökülmeyecek ve 22 Temmuz’da devletini bir kez daha mahçup edecektir. Ama devlet ve siyaset adamlarının bir kısmının ikiyüzlülüğünü, diğer bir kısmının ise yüzsüzlüğünü asla unutmayacaktır. Ne Kemalist ‘devrimler’, ne de onları yaşatma iddiasındaki 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan müdahaleleri milleti ana istikametinden ayırabilmiştir. Bu istikamet iki basit cümleyle özetlenebilir: 1. Devlet laik olsa da Millet müslümandır ve temel İslami ilkelere aykırı hiçbir tasarrufu benimsemez. 2. Milli devletini her şeye rağmen bir imkan sayar, fakat bunun Batılı güçlerin sürekli icazeti altındaki pasif bir siyasi birim değil, jeokültürel imkanlarını sonuna dek kullanabilen aktif bir birim olmasını arzu eder.
Derin millet, güç tekeline sahip olduğu için kendini derin sanan devlete mühlet veriyor, ama bunu istismar edenleri asla unutmuyor. Uluslar unutkan varlıklardır; millet ise hatırlayan. Türkiye’deki her meşru seçim, bu hatırlamanın su götürmez belgesidir. Millet muhtırasız günleri hatırlıyor ve zorbalığa, hukuksuzluğa prim vermiyor.
Paylaş
Tavsiye Et