BİR asrı aşkın tarihinde sinema, sahip olduğu anlatım kodlarıyla bir yandan insan ruhunun eğlenti boyutuna hitap ederken, diğer yandan ihtiva ettiği bilgilendirici vasfıyla bir tür eğitim araçsallığı işlevi de ifa etmiştir. Varolan fizikî âlemin görsel tabanda sanal bir âleme dönüşmesiyle, sinemanın çok yönlü eğitim özelliği ortaya çıkmış; belgesel, çizgi film, bilim-kurgu, tarihî, siyasî ve psikolojik gibi farklı tür ve temalarda değişik senaryolar sahnelenmiştir. Burada belgeseli dışarıda tutacak olursak, bir sinema eserinin eğitim bağlamında ele alınmasında öncelikle tematik olarak yaklaşılması daha isabetli olacaktır. Bir senaryo örgüsünde ortaya konan karakterler, bunlar arasındaki insanî iletişimin oluşmasındaki ince gerilimler, yönetmenin kişisel yorumu, senaryonun merkezsindeki metafizik gerilim ağı, filmin seyirci belleğindeki epistemolojik izdüşümü ve ontolojik değeri hakkında bir varlık ortaya koyabilmesi için öze ait verilerdir. Filmin iç dünyasına baktığımızda, anlatılan ne olursa olsun, sonuç olarak çıkarsamamız beklenen hisse (buna çoğu komedi filmi de dahil), hayata dair bir noktaya dikkat çekmeye, belki bir şeyi paranteze almaya, dolayısıyla öğretici bir fonksiyon görmeye ve pedagojik bir değer taşımaya yatkın olduğunu fark ederiz.
Akademik anlamda yapıcı olandan ve sinemanın böylesi bir konumu olması gerektiğinden bahsediyor olsak da, gerçekte sinema sanayiinin çoğu ürünü, manipülatif bir duruş ve yaklaşımın uzantısı olarak, seyircinin duygularıyla oynayıcı, gıdıklayıcı veya kanırtıcı bir rol yüklenerek daha zedeleyici bir görünüm sergilemiştir. Sanat eserinin kurmaca doğası, insanın hayal yeteneğini harekete geçirerek, seyirciyi pasif bir durumda bırakmış ve onu yönlendirilebilir bir varlık konumuna itmiştir. Sinemanın bu yanının keşfedilmesiyle de, kitlesel sanatların tabiatı gereği bu mahiyet gişe, ideoloji, sürü mantığı gibi kimi mekanizmalara alet edilebilmiştir. İnsanın ruhî eğitimi, sanat da dahil olmak üzere insanın fiillerinden beslenerek, gerek bir yorumlamaya tabi tutularak ya da süzgeçten geçirilerek, gerekse olduğu gibi alınarak gerçekleşir. İnsanla iletişim kurmada görsel olması sebebiyle ilk sırada yer alan sinema, kitap okumaya veya diğer tefekkür sahalarına göre daha kısa süreli bir irtibat gerektirdiğinden, hemen tesir meydana getirecek bir mahiyete sahip olduğundan, insan hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Kurduğu anlatı dünyasıyla insanı bir tavır almaya yöneltmekte; bazı sorun gibi algılanan durumlara karşı da manevra kabiliyeti geliştirmeye sevk etmektedir. Tabii eğitmekle öğretmek arasındaki ince çizgi hesaba katıldığında, sinemanın çok geniş kaleidoskopik spektrumu (hele ki bugünkü bilgisayar destekli özel efekt çeşitlemeleri düşünüldüğünde), gündelik hayatın patolojik yansımalarından, tarihin derinliklerindeki olay örgülerine, kainatın açıklanamazlarına veya sözde açıklanabilirliğine kadar seyirciye bir malûmat sunmaktadır.
İmdi, bu görsel eğitim ve öğretim sürecinin içine baktığımızda, etik anlamda müspet bir tavrın sergilenebilmesi ihtimalinin, yönetmenin dünyayı idrak edişi, hayata dair taşıdığı kaygının niteliği ve estetik algısının incelmişliğiyle doğru orantılı olduğunu gözlemleriz. Olması gerekenle olmakta olanın ayrımına dikkat sarf edersek, ilkinin ikinciye görece oldukça az miktarda gerçekleştiğini; bunun hayatın acı bir cilvesi olduğunu; aslında iyi ve kıymetli olanın genel olarak az sayıda varolduğundan hareketle nicel olarak daha az ortaya konduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda, yapıcı olanın tercih edilmesi için bir irade sergilenmesi zarurîdir ki, dünyanın genel ahvali içinde bu belli bir çabayı gerektirmektedir. Hikayenin aslen kurmaca bir tezgahtan çıktığı biliniyor olsa da, filmlere bakılarak çok şey ‘öğrenilmek’te; böylece insan, zihninin kabul mekanizmalarının işleyişinde hakikî yanılsamalara kapılabilmektedir. İnsan hayatının mahrem bilgilerinden değer dünyasına kadar teşhirci bir karaktere sahip olan sinema, öz kontrole bağlı etik bir filtreden geçmiş olsun olmasın, birçok veriyi faş edebilmektedir. Sanatın özgürlük boyutuyla da yakın ilintili olan bu mevcut durum, artı bir ilgiye ihtiyaç duymakta, seyirci yelpazesinin yaş sınırları düşünüldüğünde, hassasiyet noktalarının nerelerde gözetileceği daha bir değer kazanmaktadır.
Seyirciyle kurulan doğrudan bağıntıda, biraz entelektüel melekelerini çalıştıran bir yönetmen, didaktik bir metot izlemekten ziyade, sembolik ve mecazî bir yol tercih edecektir. Bu, seyirciye güveni de tesis edecek; gerçekçilik yaklaşımını sınırlı bir kapasitede tutması durumunda seyirciyle daha verimli bir köprü kurulduğu görülecektir. Böylelikle filmin seviyesi, yalınlığı veya karmaşıklığı, psikolojik manada dışadönük veya iç dünyaya yönelik olduğu, teknolojik olarak özel efektleri veya noktalama işaretlerini klasik anlatıma ne kadar giydirdiği önem kazanmaktadır. Hayata dair pozitif bir yaklaşım içinde olan bir yönetmen, mevcut sinema dünyasındaki her türlü istismara dönük görsel anlayışa karşıt bir tavır öne koyacak; eğlendirirken bir çeşit eğitme yönelimiyle insana ve topluma dönük olarak sorumluluk duygusuyla hareket edecektir. Üstelik gerçekte bir sanatçının toplumun vicdanı olması gerektiği gerçeğinden hareketle, eğitim olgusunun yapıcı yanı seyirciyi karşılayacak; konunun birebir eğitici işlevinin yanında gelişmiş sinema dilinin atlamalı, değişik fonksiyonel özellikleri dolayısıyla adeta matematik bir zihni faaliyet alanı dahi yaratılabilecektir.
Mevcut sinema düzeninin tümünde olmasa bile yer yer varoluşa dair farklı bir duyarlılık içinde olan yönetmenlerin çalışmalarında ortaya çıkacak olan bütüncül ve kuşatıcı bir rönesans eğilimi, sinema/insan ilişkisini aşkınca bir eksene oturtabilecek; sinemayı oldukça kaybettiği bir ruha tekrar kavuşturabilecektir. Çocukluk çağından yaşlılığa bütün bir insanlığı muhatap alan ve günümüzde sanatların zirvesinde hükümferma olan sinemanın başıboş bir istikamet üzere olması, gönüllere su serpmeyecek bir hâldir. Umut edilir ki, kemiyet ve de keyfiyet açısından dengeler yer değiştirsin.
Paylaş
Tavsiye Et