Cem Behar
İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2003
Bir sanat yahut zanaatı bir üstattan meşk etmek, bir öğretim yöntemi olarak Osmanlı/Türk kültürünün temelini teşkil eder. Usta-çırak ilişkisi, sadece bir sanatın öğretim sürecinde yer alan basit bir yöntemden ibaret değil, aynı zamanda bu ilişki etrafında örülen bütün bir toplum ahlâkının da aynasıdır. Meşk, kolektif bilincin gittikçe gürleşen bir ırmak gibi nesilden nesle akışıdır. Bir ustadan bir sanatı meşk eden kişi, kendisinden önce gelmiş geçmiş bütün üstatların birikimini aldığının farkındadır. Zincire sonradan eklenen her yeni halka, kendisinden öncekileri kuru kuruya taklit etmemiş ve aldığı birikimi zenginleştirerek geliştirmiştir. Bu ise, zincire yeni bir halka olarak katılmak isteyen her yeni kimseye büyük bir sorumluluk yükler.
Günümüzde meşk usulünün incelikleri yeterince kavranamadığı için, kimi araştırmacılar tarafından kıyasıya eleştirilmektedir. Behar ise, bilinen bu yaklaşımların dışına çıkıyor ve meşk’i anlamadan yargılamak yerine onun atmosferine nüfuz ederek onu anlama çabasını gösteriyor. Bu açıdan, Aşk Olmayınca Meşk Olmaz: Geleneksel Osmanlı/Türk Müziğinde Öğretim ve İntikal adlı bu kitap, Türk müziği geleneğindeki öğretim ve aktarım yöntemlerinin detaylı bir biçimde işlendiği ve bu yöntemlerin amaçlarının sorgulanarak anlaşılır kılındığı değerli bir eser. Meşk’in, kadim, klasik ve neo-klasik dönemlerde nasıl bir müzik ortamının içerisinde oluştuğunu anlatırken, Behar şöyle diyor: “Yıllar önce konser salonları, stüdyolar yoktu. Dört dörtlük orkestralar da... Müzisyenler evde, bahçede, sandallarda beste yapardı.”
Kitabı özgün kılan taraf, meşkin tarihi, uygulanma biçimi ve ahlâkına dair yazıların yanı sıra, gelenek içerisindeki dönüşümü de ele alarak bugün meşk etmenin mümkün olup olmadığı sorusunu ortaya koyuyor ve bu soruyu kitabın son bölümünde yakın dönemde yaşamış büyük usta ve icracıların görüşleriyle ilişkilendirerek tartışıyor olması. Behar, kendisiyle yapılan bir söyleşide kitabının isminden hareketle niçin aşk olmaksızın meşkin olamayacağını ise şöyle açıklıyor: “Meşk, içselleştirme, ustadan çırağa ezberletmedir. Aşk olmadan meşk olmaz, çünkü klasik Türk müziğinde üç bin-beş bin şarkılık repartuvara sahip olmak büyük bir sevgiyi gerektirir.” / Cihat Arınç
Tavsiye Et
Yapım: Olympic Production, EU, 2003
Rum Tavernası, Akdeniz toplumlarının duygulu (neşeli ve hüzünlü) tabiatını yansıtan hoş bir çalışma. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce halk dansları, manges adı verilen ve o dönemlerin şartlarında yasadışı sayılan müzik gruplarınca tavernalarda yapılmaktaydı. Yaptıkları müzik ise genel olarak Rembetika olarak isimlendiriliyordu ki, underground sayılan bu müzik türü bilhassa 1950’li yıllarda Yunanlıların halk arasında en çok teveccüh gören (popüler) müziği hâline gelmişti. Yunan müzik dairesi içerisinde yer alan ve geçmişi pek de gerilere gitmeyen taverna müziği (ki Yunancada bu müziğe Laika da denilmektedir), genellikle “sevimli çağrışımlar” oluşturmaz Türk dinleyicisinde. Fakat bu albümde dinleyeceğiniz müzik, Türkiye’de seksenlerden itibaren kendisini göstermeye başlayan arabesk-fantezi karışımlı taverna müziğinden tamamen farklı bir yapı arz ediyor. Kullanılan enstrümanlar ve melodik yapı, daha ziyade bizdeki Yeni Türkü müzik grubunun tarzını yansıtıyor –ki Yeni Türkü’nün pek çok Yunanca şarkıya Türkçe söz giydirerek albümlerinde seslendirdiğini biliyoruz. Son olarak, Türk halk kültürü denildiğinde ilk akla gelen “çiftetelli” de, albümde sözleri Yunanca fakat nakaratları Türkçe olarak seslendirilmiş. / Cihat Arınç
Tavsiye Et
Zeki Müren
Yapım: Kalan Müzik, 2005
Zeki Müren, hiç kuşkusuz ki Türk müziğinin yakın tarihindeki en parlak simalardan birisi. Hayatı boyunca sayısız konserler veren, altı yüzü aşkın müzik albümü kaydeden, iki yüz civarında şarkı besteleyen, yüze yakın şiiriyle Bıldırcın Yağmuru adlı bir kitap yayımlayan ve bütün bunlara ilâveten İstanbul, Ankara ve İzmir’deki çeşitli sergiler vesilesiyle yaptığı resim ve desenleri sanatseverlerle paylaşan Müren, çok yönlü bir sanatkârdı. Bestekârlığının, şairliğinin, ressamlığının ve icracılığının yanı sıra, çocukluğundan beri sahip olduğunu söylediği teatral kabiliyetini de, çevirdiği on sekiz filmle inkişaf ettirme imkânı buldu.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, müzikle nasıl tanıştığını şöyle özetliyordu: “Beni doğuran ana… Ben, onun ninnileriyle Türk müziğini tanımıştım.” Bursa’da geçirdiği çocukluğundaki Emir Sultan ziyaretleri, her ne kadar dinî pratiklerde eksiklikleri olsa da, onun hayatı boyunca din ve Tanrı’yla barışık yaşamasını sağladı. İşte kendisi hakkında TRT’de Kürşat Özkök’ün hazırladığı Batmayan Güneş Zeki Müren adlı belgeselde, çocukluk yıllarında rahmetli annesinden öğrendiği bir Emir Sultan ilâhîsini okumasının ve bu ay sizlere tanıttığım bu albümde Selahattin Pınar’ın bestesiyle bir Yunus ilâhîsi seslendirmesinin kökeninde de bu yatıyor olsa gerek.
Müren, bu Yunus ilâhîsinin ve daha pek çok değerli eserin bestekârı olan merhum Selahattin Pınar’ı yad ederken, onunla ilgili şöyle bir hatırasını anlatıyor. Konserlerinde saz heyetine tek tip formayı ilk defa giydiren sanatkâr olarak, Müren önceleri bazı itirazlarla karşılaşmış. Nitekim Üstat Selahattin Pınar da, onun bu talebini ilk başta geri çevirenlerdenmiş, ancak sonradan Müren’in nazik ısrarlarına dayanamayarak, bu talebi kabul etmiş: “Kendisinden rica ettim, ‘üstadım’ dedim, ‘siz çok şıksınız’. Gerçekten çok şık giyinen bir insandı, Pınar. ‘Ne olur’ dedim, ‘kırmayınız, diğer sanatçılara örnek olunuz.’ ‘Peki evlâdım, ben de aynı elbiseyi giyeceğim’ dedi ve kabul etti.”
Bestenigâr Ziya Bey, Kaşıyarık Hüsameddin Bey, Muallim Kâzım Uz gibi hocalardan musiki meşk eden ve bıraktığı ud sazından sonra yıllarca tambur çalarak müzikli gazinolarda çalışan Selahattin Pınar ise, kendine has bir üslûba sahip, ilginç bir bestekâr olarak hayatı boyunca sayısız eser verdi. Kalan Müzik, Türk müziğinin yakın tarihindeki bu iki önemli ismi, yayımladığı bu albümde yeniden buluşturdu. Müren’in ipek gibi sesinden, usta sazlar eşliğinde güzel şarkılar dinlemek isteyenlerin, gözden kaçırmayacağı bir albüm… / Cihat Arınç
Tavsiye Et