ANLAYIŞ dergisinde şimdiye değin yazdığımız pek çok yazıda vurguladığımız bir tespiti, özetleyerek tekrar etmekte yarar var: “İnsanların neye karşı çıktığı değil, neyi teklif ettiği önemlidir.” Başka bir deyişle karşı çıkılanın yerine ikâme edilmek istenen şeyin ne olduğu göz önünde bulundurulmalı; teklif sahibi olmayanların oyun sahibi oldukları unutulmamalıdır. Bir millete oyun kuranların alâmet-i farikası, eleştirdikleriyle, karşı çıktıklarıyla, yok etmeye çalıştıklarıyla değil; teklif ettikleriyle şekillenir, belirlenir. Mevcuda karşı çıkmanın, ancak yerine ikâme edilecek şeyin nitelikleriyle ilgili olduğu; yalnızca karşı çıkmanın, oyun sahibinin amacını gerçekleştirmeye yönelik, dikkatlerini dağıtmak için izleyicilerin duygularını okşamaya ve gözlerini boyamaya matuf bulunduğu dikkate alınmalıdır.
Türkiye’de, örnek olarak, belirli bir yaklaşımın Moskova’yı dikkate alarak iş gördüğü bir ortamda, bu yaklaşıma karşı çıkmak önemsendi; ancak yerine neyin dikkate alınması gerektiği üzerinde pek durulmadı. Benzer biçimde Paris’i, Londra’yı ya da Washington’u takip ederek hayatına yön veren yaklaşımları suçlayanların, hangi şehirlerden beslendikleri göz önünde bulundurulmadı. “Ne ABD, ne Rusya” sloganını öne çıkartanların, hangi ülkeyi işaret ettiği görmezlikten gelindi. Görüldüğü üzere, bu tür yaklaşımlarda “ne k ne g” dilsel kalıbı güçlü bir reddiyeyi barındırmakta, olumsuzlamanın verdiği haz ve lezzet kişiyi tatmin etmekte, hemen akabinde gelmesi gereken olumlama pek de dikkate alınmamaktadır: “Ne k ne g, peki ne?” İşte yakın dönem Türk tarihinde sorulması gereken en önemli soru budur: “Peki, ne?” Bu topraklarda Türkî olan her şeye, ama her şeye, dinî, siyasî, iktisadî, içtimaî vb. her şeye karşı çıkanlar; binlerce yıl süren uygulamaları eleştirenler, yok edilmesini savunanlar; hatta Türkî olan her şeyden tiksinenler, iğrenenler, nefret edenler; daha da trajik-komik bir biçimde mevcut her şeyi, bin yıllık geçmişine karşın “kökleri Türkî değildir” diye reddedenler; karşı çıktıkları, eleştirdikleri, yok edilmesini savundukları, tiksindikleri, iğrendikleri, nefret ettikleri, kısaca reddettikleri mevcudun yerine ne teklif ettiler, halihazırda ne teklif etmektedirler?
Konuyu, ters yönden, açıklayacak bir örnek verelim: Batıcıları kendi kültür köklerinden kopmakla itham edip eleştirenler; Paris’te, Berlin’de, Londra’da üretilen çözümlerin bu topraklarda kök salamayacağını, derde deva olamayacağını vurgulayanlar; yanlış eczaneden ilâç alındığını söyleyenler, tüm bu eleştirileri yapan kişiler, kendileri hangi eczanelerden ilâç aldılar? Kahire, Cezayir, Tunus, İslamabad gibi, sömürge dönemini yaşamış şehirlerde geliştirilen çözümleri ithal etmek ile sömürge ülkelerinin başkentlerinde üretilen düşünceleri ithal etmek arasında ne gibi bir mahiyet farkı var? Fransa’nın tanrıtanımaz düşünürlerinin eserlerini çeviren bir kısım Osmanlı münevverine karşı, Fransa’nın tanrıtanır Katolik düşünürlerinin kitaplarını tercüme ederek yanıt veren diğer bir kısım Osmanlı münevveri arasındaki fark nedir? Bu topraklarda Marks’ın karşısına Weber’i koyanların itikadî mensubiyetleri ne olursa olsun medenî aidiyetlerinde bir mahiyet farkı var mıdır? Kısaca, Londra’da Müslüman olmakla İstanbul’da Müslüman olmak arasında bir fark yok ise, o zaman biz kimiz?
Sorun bu topraklarda yalnızca dinî hassasiyetleri yoğun olan insanlar katında görüldüğüyle kalmaz. Pek çok kez anlatılan “köprü hikâyesi” herkesin malumudur: İstanbul’da bir bölgede yapılacak köprü için sunulan beş projenin beşi de mühendislerinin okuduğu yabancı ülkelerin özelliklerine göre çizilmiştir. Burada da yukarıdaki soruyu tekrarlayabiliriz: Londra’da inşa edilecek köprü ile İstanbul’da inşa edilecek köprü arasında bir fark yok ise, o zaman biz kimiz? Bir Pigme ya da Bantu kabilesiysek sorun yok; değilsek o zaman gerçekten biz kimiz? “Biz kimiz” sorusu elbette “Biz kimdik” sorusunun yanıtına bağlıdır. Bu da bizi ister istemez tarihe götürür. Ancak yine daha önceki bir Anlayış yazımızda tespit ettiğimiz üzere: “Türkler bir geçmişe sahip olmakla birlikte bir tarihe sahip değiller.” Türkiye’de tüm farklı yaklaşımların üzerinde ittifak ettiği yegâne konu, tarihsizliktir. Sevgili Metin Bobaroğlu’nun deyişiyle de “Tarihsizlik, talihsizliktir.”
İşaret edilen durum yalnızca basit gündelik işlerle sınırlı değil elbette. Türkiye’deki her derde deva olarak, Batı Avrupa’da geliştirilen XIX. yüzyılın kaba pozitivizminin çözümlerini sunanlar ile bu kaba pozitivizme karşı, yine XIX. yüzyılda Batı Avrupa’da geliştirilen Katolik çözümleri savunanlar arasında temelde bir fark yok. Başka bir deyişle, ‘k’ iddiasına karşı geliştirilen ‘~k’ reddiyesi hem kaynak hem de amaç açısından birbirinden farklı değil; önemli olan ne ‘k’ ne ‘~k’, inadına ‘g’ demektir. Elbette burada kast edilen farklı coğrafyalarda geliştirilen düşüncelerden habersiz kalmak ya da bu düşüncelerden istifade etmemek değil; bunları tartışmaksızın bu topraklardaki sorunlara mutlak çözüm diye benimsemek ve öykünmektir. Açıkça söylemek gerekirse, Türkiye’de ister İbn Sina ister Kant okunsun, tavır değişmiyor: Bağlamından kopuk, kutsal metinler gibi okunan bu eserler bu nedenle çoğalmıyor; vecizevî kullanımların âleti olarak kalıyor.
Bugün Türkiye’de bin yıldır, kelimenin tam anlamıyla yaşanılan Türkî olan her şeye, başka sıfatlar yükleyerek karşı çıkanların, Türkiye’yi Avrupa kültürünün çöplüğü haline getirdiği unutulmamalıdır. Her konuda, ama her konuda, dinî, siyasî, felsefî ya da sanat alanında ortaya konulan ürünlerin taklit değeri yüksek olabilir; ama özgün/Türkî olmadıkları kesindir. Bunun karşısında duranlar ise, özellikle 1960’dan bu yana Türkiye’yi sömürge dönemini yaşamış Arap, biraz Pakistan, biraz da İran kültürünün çöplüğü haline getirmiştir. Türkî halden anlamayanların, Türk tarihinin tecrübesinden haberdar olmayanların coğrafî yönünün farklılığı mahiyeti değiştirmiyor. Çünkü söyleyecek sözü olmayanın hangi dili konuştuğu önemli değildir; özgünlük ne seste, ne lafızda, ne de unsurdadır; tersine terkiptedir, ifadededir, ilâvededir.
İyi oynayan futbolcusunu Avrupa’daki herhangi bir futbolcuya benzeterek idrak edebilen, yapılan her iyi işi “Avrupalı gibi yapmak” sıfatıyla nitelendiren, düşündüğü her konuda “Acaba bu konuda Avrupalılar ne diyor” diye soran, kendi ülkesinin insanını adam yerine koymak için Avrupa’nın ya da Batı’nın baskısını bekleyen, tüm yaşam gelenek ve görenekleriyle ‘Avrupalı’ gibi davranan kişilerin; tekrar pahasına, Türkiye’de bin yıldır, insanların kanına işlemiş yaşanılan Türkî her şeye, başka sıfatlar yükleyerek karşı çıkanların, kısaca, Türkiye’yi Avrupa kültürünün çöplüğü haline getirenlerin geldiği seviye “Shake it up şekerim” seviyesidir. Bu kadar düşük süflî seviyeden başını kaldırıp da Türkî değerleri tahkir eden bu “Şeker Türk”lere söylenecek tek söz şudur: “Biz Türküz, Türkî çığırırız.”
Paylaş
Tavsiye Et