TÜM köken soruları gibi, medeniyet’in hem tarihî bir olay olarak nasıl oluştuğunun, hem de felsefî bir kavram olarak nasıl doğduğunun vakıaya ve tarihe mutabık bir biçimde tespit edilmesi imkansız derecede zordur; dolayısıyla bu konulardaki tüm yanıtlar, tanımlamalar, min-vech yorum düzeyinde kalmaya mahkumdur. Bu kabule karşın, yaklaşık değer cinsinden min-vech yanıt vermeler mümkündür, hatta olup biteni anlamak için zorunludur.
Sanayi Devrimi öncesi Batı Avrupa zihniyetinde medeniyet, ulaşılmak istenen, gelecekte olması-gereken, kısaca amaç açısından tanımlanan ahlakî ve fikrî değer, hatta seviye biçiminde anlaşılmıştır. Aydınlanma filozoflarının derinlemesine işlediği bu anlayış, Sanayi Devrimi sonrasında, ekonomi-politiğin gelişimine koşut olarak, iktisadî içeriği zenginleşerek hâkim olmak ile bu hâkimiyeti sürdürülebilir kılmak ideolojisine dönüşmüştür. Özündeki amacı tahakküm etmek olan bu ideoloji, sömürgeci kapitalizm, dönüşümü hem fikrî/entelektüel hem de hayat/yaşama açısından talep eder; bu nedenle de kendi dışındakileri, en-ileri sömürgeci kapitalist ülke örneğine uygun olarak dönüştürmeyi amaçlar: Çağdaşlaşma. Çağdaşlaşma, başka bir deyişle, sisteme uygun dönüştürülme, tüm maddî, manevî ve fikrî sahaları kapsar ve bu, eğitim-öğretim ile üretim-tüketim yoluyla sağlanır.
Her beşerî eylem gibi medeniyet de, maddî (coğrafya, iklim, su, vb.), manevî (ferdî/ahlakî, ictimaî/dinî, siyasî/iktisadî vb.) ve fikrî (varlık, nizam/düzen, illiyet, ölçme, vb.) şartların beraberce tahakkuk ettiği mekandaki (şehir) hayat ilişkilerinde varlığa gelir. Bu nedenle medeniyetin tarihî vakıa olarak inşası çizgisel değil, çapraz-karmaşık ilişkilerin bir sonucudur. Bu temel yapıya karşın, hayat ilişkilerinin oluşturduğu küre’ye bütünlüğünü veren, bu küre içerisinde yaşayan insanın tüm maddî, manevî ve fikrî yapıp etmelerini anlamlı kılan nedir? Başka bir deyişle medeniyet’in metafizik tanımı mümkün müdür?
Metafizik çerçevede medeniyet, İlk-ilke, Evren ve insan ile aralarındaki ilişkiler hakkında sorulan sorulara verilen yanıtların cisimleşmiş halidir. Örnek olarak, bir tapınak, İlk-ilke ile insan arasındaki bir soru-yanıt ilişkisinin cisimleşmesidir. Bu soru-yanıt sürecinin farklılığı tapınağı cami, kilise veya budist mabed kılar. İnsanın içerisinde yaşadığı hayat küresine bütünlüğünü veren, küreyi anlamlı kılan bu soru-yanıt sürecinin içeriğidir. Hiç şüphesiz soru soran, yanıt veren, hem sorulan soruları hem de verilen yanıtları cisimleştiren insanın kendisidir. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, söz konusu insanın bizatihi kendisinin de bu soru-yanıt sürecinin ürünü olduğudur. Başka bir deyişle insan, kendisini soru-yanıt sürecinde dönüştürür; cisimlenen ilişkilerin doğasına uygun bir içerik kazandırır. Öyleyse tam da bu noktada şu soru sorulabilir: İnsanı dahi dönüştüren bu soru-yanıt sürecinde, hem medeniyetler hem de aynı medeniyet içerisindeki alt-kültür öbekleri arasındaki ayrımı veren en temel belirleyici nedir?
Bu sorunun yanıtı, theo-ontoloji’dir. Başka bir deyişle İlk-ilke kabulü ile bu kabule uygun bir Evren tasavvurunun inşasıdır. Theo-onta-logos terkibinde, Theo, İlk-ilkeye; onta, varolanlar anlamında Evren’e; logos ise insana delalet eder. Bu terkipte İlk-ilke kabulü Evren tasavvurunu, her ikisi beraberce insan anlayışını belirlerler. Köken’in (originator), üretici (productor) veya yaratıcı (creator) biçiminde tanımlanması, İlk-ilke’nin yalnızca zâtını, evsafını ve ef’alini tayin etmekle kalmaz, Evren ve insan ile ilişkisini de belirler. Tüm soru-yanıt süreci insan için olduğundan, İlk-ilke de esas itibariyle insan içindir. Bu nedenle, İlk-ilke’nin tanımı ve Evren ile ilişkisi, hem insanın mebde (çıkış) ve mead (dönüş) tasavvurlarının hem de bu iki sınır arasında (dünya), niçin ve nasıl yaşayacağının içeriğini verir. Başka bir deyişle, insanın bulunduğu aranın, onun yer’i (yeryüzü) haline gelmesi, ev’i olması bu soru-yanıt süreciyle mümkündür. Hemen işaret edelim ki, İlk-ilke’nin olumsuzlanması, denklemdeki yerine bir halel getirmez; yalnızca işlevinin muhtevasını değiştirir.
Başka türlü bir dile getirilişle, theo-ontoloji, teolojik, kozmolojik ve antropolojik tamlık ve tutarlılığı olan asıl’dan unsur’a anlamlı yekpare bir bakış’ın inşa edilmesidir. İnsan, bu bakışın içerisinde hayatı anlamlı bir bütün olarak yaşar; bakışını maddî, manevî ve fikrî yapılarıyla katıp karıştırır; ortaya çıkan terkip, insanın içerisinde ihsasını, vicdanını ve idrakini barındırdığı evi’dir. Bu nedenle, teoloji, kozmoloji, antropoloji, vb. tüm yapılar, insan’ın anlamına ve yerine ilişkin soruları yanıtlamak için üretilmişlerdir; öyle ki, ahlakî ve ictimaî hayat bile bu anlama ve yere ilişkin üretilen yanıtların bütünlüğüne ve birliğine bağlıdır.
Kısaca özetlenen bu tespit açısından tarihe bakıldığında, yalnızca medeniyetlerin değil kültürlerin bile sahip oldukları theo-ontolijiler açısından farklılaştıkları görülür. Değişik yapılara ilişkin farklılıkların kaynağı da köklerini theo-ontolojik ayrımda bulur; çünkü medeniyetleri hem dünya görüşü (anlam-değer dünyası), hem de dünya tasavvuru (resim dünyası) açısından ayrıştıran, bu iki yapının zemininde bulunan theo-ontolojik farklılaşmadır.
Şimdiye değin yapılan kavramsal analizin/tahlilin fizibilitesi için tarihe gidildiğinde denilenleri doğrulayacak bir manzarayla karşılaşılır. Mezopotamya, Eski Mısır, Yahudi, Eskiçağ Ege, Hıristiyan, İslam, Yeniçağ Batı Avrupa, hatta Hind ve Çin, vb. kültür ve medeniyetleri birbirinden ayıran, bu yapıların doğa ile, insan ile, vb. ilişki kurma tarz ve tavırları değil, bu tarz ve tavırların da zemininde bulunan ve onlara içeriklerini veren sahip oldukları theo-ontolojileridir. Gazalî’nin meşşaî felsefe eleştirisindeki en önemli üç maddeye bakıldığında bile, theo-ontolojik tasavvurun medeniyetler arasındaki ayrımda ne kadar hayatî bir yer edindiği görülecektir.
Theo-ontolojik çerçeveler yalnızca büyük medeniyet ve kültür öbeklerini birbirinden ayırmakla kalmaz, aynı medeniyet havzasındaki alt-medeniyet ve kültürler arasında farklılaşmalara dahi neden olabilir. Bunun en güzel örneği, İslam medeniyetinin bir alt-üyesi olan Osmanlı ile Safevî kültürleridir. Özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısında, İbn Arabî ve Sadreddin Konevî ile Konya’da başlayan, Davud Kayserî ve Mehmed Fenarî ile Bursa’da biçimlenen, Vahdet-i vücud adlı yeni theo-ontoloji, Osmanlı kültürüne farklı bir medenî perspektif kazandırabilmiştir. Benzer şekilde, bu yeni theo-ontoloji’nin içerisine Safevîler ilahî-seçilmiş-kozmik-aile olarak Hz. Ali ve evladını yerleştirerek dönüşüme uğratmış, ayrıntılarda daha farklı bir medenî perspektif inşa etmişlerdir.
Benzer özellik Batı Avrupa’da ortaya çıkan yeni medeniyet’te de gözlemlenebilir. Her şeyden önce Protestan theo-ontoloji, Katolik theo-ontoloji’yi, özellikle Thomas Aquinas’ın inşa ettiği çerçeveyi tasfiye etti; bu da farklı bir süreci başlattı. Bundan daha önemlisi, çerçevesini Newton’un çizdiği İngiliz theo-ontolojisi ile çerçevesini Leibniz’in çizdiği Alman theo-ontolojisi arasındaki temel farklar, aynı medeniyet havzası içerisinde iki önemli alt-medenî perspektif yarattı. Kant’ın tüm arabulucu terkibine karşın Goethe, Fichte, Schelling, Schopenhauer, Hegel, Nietzsche ve Heidegger gibi filozofların elinde gelişen bu yeni theo-ontoliji ile Anglo-Amerikantheo-ontolojisi, iki dünya savaşına neden oldu. Bu iki farklı theo-ontolojinin ürettiği Evren/doğa ile insan anlayışları bile son derece farklıdır. Alman aklının matematiksel karakteri, tarihi bir bilim olarak inşa etmesi, görelilik ve kuantum gibi teorileri kurması, yıkıcı siyasî anlayışlar geliştirmesi, fenomenal yanında numenal olanı önemsemesi hep bu theo-ontoloji ile ilgilidir. Benzer biçimde Anglo-Amerikalıların geliştirdiği mekanik karakterli pozitif doğa bilimi, fenomenal olana bağlılığı, evrim teorisi, farklı sömürücü siyasî yaklaşımları ile yıkıcı techno-science’ı yine zeminde yer alan theo-ontoloji’yle bağlantılıdır. Batı Avrupa’nın ilk merkezî devleti olmasına karşın Fransa’nın Sanayi Devrimi’nden sonra eğreti, ara-millet haline gelmesinin en önemli nedeni de, İngilizler ile Almanların temsil ettiği iki farklı theo-ontoloji’den birini nihaî olarak tercih etmemesi/edememesidir. Bu durum, Fransa’yı mütereddit, bir oraya bir buraya yalpalayan bir edebî eğlence kültürü haline getirmiştir. Laiklik (dolayısıyla atheism) bu anlamda theo-ontolojik tereddüttür. Bir kültürün theo-ontolojik tereddüdü, zaman içerisinde medenî hasletlerini yok eder; onu iki arada bir derede ara-bir-kültür kılar.
Yukarıda yapılan kavramsal tahlil ile bunun tarihî fizibilitesi, theo-ontoloji’nin medeniyetlerin inşasında ne kadar merkezî bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, medeniyetlerin tüm çapraz-karmaşık ilişki yumağına karşın bu yumağa bütünlüğünü ve anlamını veren farklı theo-ontolojilerdir. Elbette böyle bir çapraz-karmaşık ağın içerisinde ilişki oklarının yönlerinin kesin bir biçimde tespit edilmesi her zaman mümkün değildir. Demek istenilen, bütünlüğü sağlayan ve anlamı veren yapının theo-ontolojilerin olduğudur. Theo-ontolojik bakış ile bu bakışa göre inşa edilmiş diğer tüm yapılar, insanın mebde ve mead arasındaki maddî korkusu ile manevî ürpertisini, maddî beklentisi ile manevî ümidini, kısaca insan olmanın anlamını, yukarıda dile getirilen soru-yanıt süreci içerisinde temsil ederler. Medeniyet, bu nedenle, belirli bir theo-ontoloji etrafında kenetlenen bir insan topluluğunun, bu theo-ontoloji içerisinde anlam kazanan kendi gayesini gerçekleştirmek için yola çıkması ve bunu gerçekleştirmesidir. İşte yine bu nedenle, her medeniyetin bir niyet’i vardır ve bu niyet o medeniyetin özü, ilkesi olan theo-ontolojisi tarafından tayin edilir. Diğer tüm yapılar bu özün, ilkenin etrafında cisimleşir, şekillenir. Öyleyse, her yeni medeniyet yeni bir theo-ontoloji’dir; her yeni theo-ontoloji de yeni bir medeniyet’tir. Bu çıkarımın sonucu ise şudur: Theo-ontolojisi olmayan bir kültür, medeniyet seviyesine eremez, erişemez.
Paylaş
Tavsiye Et