GEÇEN ay İsrail ile imzalanan Askerî Eğitim İşbirliği Anlaşması’nın 10. yıldönümü münasebetiyle Türk-İsrail ilişkilerini ele alan bir yazı yayımlanmıştı dergimizde. Anlaşmanın yansımalarını tozpembe bir tabloda sunan “Türkiye-İsrail yakınlaşması” başlıklı bu yazının son bölümünde, ilişkilerin Türkiye’ye itibar kaybettirmediği, aksine Arap ülkeleri nezdinde itibarının artmasına ve hatta İKÖ Genel Sekreterliği’ne bir Türk’ün seçilmesine vesile olduğu iddia edilmekteydi. Ancak Türkiye’nin İsrail’le yakınlaşmasının, özellikle Arap ülkeleri bağlamında iki ülkeye ne kazandırıp, ne kaybettirdiğinin doğru okunması gerekir. Zira aslında sadece İsrail’in lehine olan bu yakınlaşma, zamanla Türkiye’nin dış politikada manevra alanını daralttı.
Kendini dar bir alana hapsolmuş hisseden ve ciddi güvenlik problemleriyle yüz yüze olan İsrail, Arap ülkelerini, Arap olmayan ülkelerle yakın işbirliğine girerek çevreleme siyasetinin bir parçası olarak Türkiye’ye her zaman ihtiyaç duydu. PKK ile mücadelenin yoğunlaştığı ve İslamî hareketlerin yeni tehdit sıralamasında üste çıktığı bir dönemde, Soğuk Savaş psikolojisinden henüz kurtulamayan ve Batı’ya angaje olarak iç ve dış meselelerini çözmeye alışan Türk bürokrasisi, Körfez Savaşı ve Orta Doğu Barış Süreci ile oluşan elverişli konjonktürden de faydalanarak İsrail ile işbirliğine yöneldi. Bu işbirliği, Türkiye’nin Araplarla İsrail arasında güttüğü geleneksel denge siyasetinden uzaklaşarak, İsrail ile konjonktürden bağımsız, kalıcı ilişkiler kurması demekti.
Bölgesinde izlediği işgal siyasetiyle tepki toplayan İsrail’in, Müslüman Türkiye ile yakınlaşması, onun uluslararası meşruiyet kazanma çabalarını güçlendirdi. Bu yakınlaşma sayesinde Orta Asya ve Kafkaslara açılma fırsatını yakalayan İsrail yalnızlıktan kurtuldu. Türkiye açısından ise ABD-İsrail-Türkiye yakınlaşması, sadece İslam ve Arap dünyası ile ilişkilerde bir yük olmakla kalmadı; AB, Çin ve Rusya ile ilişkilerde de bazı sorunları beraberinde getirdi. Türkiye-İsrail ittifakına Ürdün’ün de dahil olması, Arap ülkeleri arasındaki mevcut ihtilafları derinleştirdi ve böylece İsrail, Arapların kendisine karşı bir blok haline gelmesini önleyerek diğer bir stratejik hedefine ulaştı. Barış sürecinde İsrail’in elini güçlendiren bu yakınlaşma, Arapların pazarlık gücünü ise zayıflattı.
İsrail ile bu işbirliği Araplar tarafından, Türkiye’nin bu ülkeyi tanımasından sonraki ikinci büyük ihaneti olarak algılandı. İsrail ile imzalanan anlaşmalar uyarınca Türk hava sahasının İsrail kuvvetlerine açılması ve ortak hava ve deniz tatbikatları, Arap ülkelerine yönelik stratejik tehdidi ve Arapların kuşatılmışlık hissini artırmakla kalmadı, özellikle Suriye’nin Yunanistan ve Ermenistan ile karşı ittifak girişimlerini tetikledi. İKÖ ve Arap Birliği zirvelerinde Türkiye’nin sık sık eleştirilmesine sebep oldu.
Peki, son dönemde İKÖ Genel Sekreterliği’ne bir Türkün seçilmesi ve Arap Birliği’ne “daimî misafir” (gözlemci) statüsünde Türkiye’nin dâhil edilmesini bu bağlamda nereye oturtmak gerekiyor?
Türk-Arap İlişkilerinde Buzlar Eridi
90’lı yıllarda Türkiye-İsrail yakınlaşması sebebiyle dibe vuran Türk-Arap ilişkilerinde son dönemde görülen iyileşme ve Arap dünyasında Türkiye’nin itibarının artmasının Türkiye-İsrail yakınlaşmasıyla açıklanmaya çalışılması anlamsız. Burada asıl etkili olan, uluslararası konjonktürün bölge dengelerini altüst etmesi ve Türkiye’deki iç dengelerin değişmesidir. Arapların Türk algısını olumlu yönde değiştiren ve aradaki buzları eriten dış ve iç gelişmeler şu şekilde özetlenebilir:
Dış gelişmelerin ilki, 11 Eylül’ün etkisidir. Zira 11 Eylül saldırılarının ardından Arap toplumları ve rejimleri aleyhinde başlayan propagandalar ve hatta Afganistan ve Irak’ın doğrudan hedef haline gelmesi Arapların hayat alanını daralttı. BOP çerçevesinde ABD baskılarına maruz kalan Arap ve İslam dünyası açılım ihtiyacı içine girdi ve bu ülkeler için AKP yönetimindeki Türkiye iyi bir örnek teşkil etti.
İkincisi, AB sürecidir. 1999 Helsinki Zirvesi’nde aday üyelik statüsü kazanan Türkiye, AB’nin Ortak Güvenlik ve Dış Politikası uyarınca komşularıyla mevcut problemlerini çözme ve Orta Doğu’ya yönelik politikalarını AB’nin politikaları ile uyumlulaştırma yolunda ciddi adımlar attı. Bu süreç Türkiye’ye Orta Doğu siyasetinde ABD ve İsrail’e karşı manevra alanı açtı. Yine Kopenhag Kriterleri’ne uyum çerçevesinde girişilen reformlar sebebiyle sivilleşme ve demokratikleşme yolunda atılan adımlar, dış politikanın, güvenlik perspektifinden bakan askerî bürokrasinin tekelinden yavaş yavaş çıkmasını sağladı ve toplumsal taleplerin dikkate alınmasını zorunlu hale getirdi ki, Türk halkının bölgede işgalci güçlere karşı Müslüman-Araplara sempati duyduğunu söylemeye gerek bile yok.
Üçüncüsü, Irak Savaşı’dır. ABD ile yaşanan tezkere krizi, Araplar arasında Türklerin bir nevi “yeniden keşfi”ni sağladı. Irak’ın geleceği konusunda duyulan ortak kaygılar ve Irak’a Komşu Ülkeler İnisiyatifi, özellikle Türkiye-Suriye-İran arasında etkili diyalogların kurulmasına vesile oldu.
Dördüncüsü, ortak tehdit algılamalarıdır. Başta Kuzey Irak ve Filistin olmak üzere ABD ve İsrail’in izlediği politikalardan ve bölgeye ilişkin planlarından duyulan ortak kaygı ve rahatsızlık, Suriye ve İran’a yönelik ABD baskısı (muhtemel bir saldırıdan duyulan endişe) ve Orta Doğu barış sürecindeki tıkanıklık Türklerle Arapları ortak bir noktada buluşturdu. Bu bağlamda Erdoğan’ın ABD ve İsrail’e yönelik sözlü eleştirileri Arap kamuoyunda büyük takdir topladı. Daha önce bölge ülkeleriyle ilişkilerin önünde en büyük engel olan Suriye ile yakınlaşma da, Türk-Arap ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir itici unsur oldu.
İç gelişmelerde ise en önemli unsur, Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK’nın zayıflamasıyla iç ve dış siyasette güvenliğin merkezî konumunu kaybetmesidir. İslamî bir geçmişten gelen AKP’nin iktidara gelmesi de önemli bir unsurdur. Zira hükümetin Arap ve Müslümanların hassasiyetlerini dikkate alan bir üslupla bölgeye yönelmesi (her ne kadar BOP çerçevesindeki girişimler bazı çevrelerden haklı tepkiler alsa da), Türkiye’ye büyük bir itibar ve güven kazandırdı.
Türk-Arap ilişkilerinde esas önemli husus ise, son dönemdeki iyileşmenin, İsrail ile ilişkilerde olduğu gibi kalıcı olup olamayacağı meselesidir. İç ve dış konjonktürden etkilenmeyecek şekilde ilişkilerde kalıcılığı sağlayabilmek, karşılıklı önyargıları ve olumsuz algılamaları aşabilme ve her alanda kurumsallaşabilme maharetine bağlıdır. Bu manada Türkiye’nin ikili ilişkileri geliştirmesinin yanı sıra bölgesel örgütlere dahil olması ve bölge meselelerinde inisiyatif alması önemli bir adımdır.
Paylaş
Tavsiye Et