BİNLERCE kişinin ölümüne ve çok sayıda insanın mülteci durumuna düşmesine neden olan Darfur sorunu, son birkaç yıldır dünya gündemini meşgul ediyor. Mayıs ayının başında Sudan hükümeti ile ülkedeki en büyük muhalif grup olan SLA (Sudan Kurtuluş Hareketi) arasında barış imzalanmış olmasına rağmen, diğer iki muhalif grubun anlaşmaya yanaşmaması yüzünden bölgedeki tedirginlik devam ediyor. Nijerya’nın başkenti Abuja’da imzalanan anlaşma, Sudan hükümeti tarafından desteklendiği iddia edilen ‘Cancevit’ milislerinin silahsızlandırılması ve isyancı militanların Sudan ordusuna katılmasını öngörüyor.
Yedi milyonu aşkın nüfusun yaşadığı Darfur bölgesinde kabileler arasındaki mücadele aslında çok eskilere dayanıyor. Tarıma elverişli saha ve otlakların paylaşımı, arazilerin sulanması gibi konularda sürekli mücadele eden kabilelerin son birkaç yıldır örgütlenmesi ve silahlanması bölgede ciddi manada insan hakları ihlallerine ve ölümlerle sonuçlanan şiddet olaylarına sebep oldu. Darfur’da yaşananlar ciddi bir insanî kriz olmakla beraber olayları tanımlamak için ‘soykırım’, “etnik temizlik” ve “yüzyılın insanlık dramı” gibi ifadelerin kullanılması zihinlerde bazı soru işaretlerine yol açıyor.
Her şeyden önce Darfur sorununun yirmi bir yıl süren ve iki milyondan fazla insanın ölümüne neden olan kuzey-güney çatışmasının son bulduğu ve tarafların anlaşma masasına oturduğu bir dönemde patlak vermesi dikkat çekici. Güney Sudan’da petrolün bulunmasının ardından ABD, İsrail ve pek çok Avrupa ülkesinin güneydeki ayrılıkçı grupları kışkırttığı ve desteklediği biliniyor. Nitekim hükümet ile Sudan Halk Kurtuluş Ordusu (SPLA) arasında Eylül 2003’te imzalanan anlaşmanın temelinde de petrol gelirlerinin paylaşımı ve özerklik statüsü verilen güney bölgesinin referandumla yakın bir gelecekte Sudan’dan ayrılması yer alıyordu. Sudan böylesi bir dönemde yeniden iç savaşla gündeme geldi ve Darfur birden bire dünyanın en büyük insanî kriz bölgesi olarak ilan edildi. ‘Cancevit’ milislerinin bölgedeki Afrikalı yerli kabilelere saldırdığı iddia edilmeye, ölü ve mülteci sayısına dair oldukça yüksek rakamlar telaffuz edilmeye başlandı. Ancak bu rakamların tahminlerden ibaret olduğu aşikârdı. Çünkü bir taraftan hükümetin hiçbir uluslararası kuruluşun bölgeye girmesine izin vermediği söyleniyor, diğer taraftan da kamuoyu felaketin boyutları konusunda sadece bazı rakamlarla bilgilendiriliyordu.
Bölgeye insanî yardım ulaştırmak üzere giden İHH (İnsani Yardım Vakfı) ekibi hiçbir saldırı, yaralama ve tecavüz görmediği halde söylentiler nedeniyle evlerini terk ederek kamplara sığınan mültecilere rastladığını ifade etti. Öte yandan zaten açlık ve sefalet içerisinde yaşayan pek çok insan da yardım alabilmek için kendini mülteci olarak kaydettiriyordu. Böyle olunca da mülteci sayısındaki artış kaçınılmaz hale geldi ve asıl kriz bu safhadan sonra başladı. İnsanlar evlerini terk etmiş, arazilerini boş bırakmış, üretim tamamen durmuş ve çok sayıda insan yardıma muhtaç hale gelmişti.
Bu noktada hiç kimse Darfur’da bir insanlık dramının yaşandığını inkâr etmiyor. Her ne kadar rakamlar abartılsa da bölgede yaşayan Araplar ile Afrikalı yerlilerin silahlandıkları ve bu silahları birbirlerine karşı kullandıkları bir gerçek. Ancak burada asıl sorulması gereken soru, dağıtılan yardımlarla hayatlarını idame ettiren insanların bu silahları nasıl edindiği. Sudan hükümeti bu noktada komşusu Çad’ı ve Batılı ülkeleri suçlarken, Batılı hükümetler de Hartum yönetimini bölgede yaşayan Arapları silahlandırmakla suçluyor. Ancak Sudan’ın iddiaları tamamen göz ardı edilirken, Hartum yönetimi olayların tek sorumlusu olarak kabul edilmiş ve İslam dünyası da dâhil olmak üzere uluslararası kamuoyu buna ikna edilmiş durumda. Öyle ki, uluslararası arenada yalnız bırakılan ve ambargo ile tehdit edilen Hartum yönetiminin barış yönünde attığı adımlar ve ülkenin bölünmesi pahasına verdiği tavizler görmezden geliniyor. Önce güneyin ayrılmasına göz yuman Sudan hükümeti şimdi de Darfur’da muhaliflerle masaya oturdu. Ancak Sudan’ın bu tavrını Batılılar takdir etmediği gibi muhalif gruplar da yetersiz buldu. Batı barışın olmazsa olmazı olarak BM askerlerinin bölgeye yerleştirilmesini öne sürerken, üç muhalif gruptan ikisi de silahlarını bırakmaya yanaşmadı.
Sudan Cumhurbaşkanı Hasan el-Beşir, Darfur’a getirilen birçok yardım paketinden silah ve mühimmat çıktığını, son dönemlerde güneyinde petrolün de çıkmasıyla Darfur’un daha da stratejik bir önem kazandığını ve bölge üzerinde çıkarları olan bazı güçlerin olayları kışkırttığını iddia ediyor. Bir milyona yakın insanın hayatını kaybettiği 1994’teki Ruanda katliamı sırasında hiçbir Batılı lider bölgeye gelmemişken, başta BM Genel Sekreteri Kofi Annan olmak üzere ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları ile birçok uluslararası kurum ve kuruluşun bölgeyi ziyaret etmesi, Sudan yönetiminin iddialarını destekler nitelikte.
Kongo Cumhuriyeti başta olmak üzere bugün pek çok Afrika ülkesinde Sudan’da yaşananlardan çok da farklı şeyler yaşanmıyor. Ancak Sudan’a Batılı güçler tarafından özel bir ilgi gösteriliyor. Çünkü Sudan Afrika’nın en büyük ülkelerinden biri olduğu gibi Batı ile de işbirliğine yanaşmıyor. Darfur ise hem petrol kaynaklarına sahip olması hem de Orta ve Kuzey Afrika’ya açılan kapı niteliği taşıması bakımından ayrı bir stratejik önemi haiz. Darfur’un Sudan’dan ayrılması, hem Sudan’ın zayıflatılması hem de güneydeki Hıristiyan ve Animist kabilelerin bağımsızlık yolunda daha emin adımlar atması anlamına geliyor.
Sonuç olarak, Darfur’da yaşananlar kasıtlı bir şekilde abartıldı ve sorun içinden çıkılmaz bir hal aldı. Çünkü amaç sorunu çözmek değil, istikrarsızlığı devam ettirmek ve müdahale için uygun ortam hazırlamaktı. Dolayısıyla ne Sudan’ın kendi sınırları içerisinde sorunu çözme çabaları ne de Afrika Birliği’nin girişimleri dikkate alındı. Temmuz ayının başında toplanan Afrika Birliği Zirvesi’nde de Sudan ve Somali’de yaşanan insanî kriz masaya yatırıldı. Ancak zirvede en önemli gündem maddesi Sudan’a Afrika Birliği askerlerinin yerine BM gücünün yerleştirilmesiydi. Zirvede konuşan Annan, Afrika Birliği gücünün yetersiz kaldığını ileri sürerek Sudan’da istikrar ve barışın sağlanması için BM gücünün bölgeye yerleştirilmesinin şart olduğunu savundu. Sudan’a BM gücünün yerleşmesinin ülkesinin yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geldiğini ve isyancıların isteklerinin maksadını aştığını savunan Hartum yönetimi ise hâlâ barış ve istikrarın önündeki tek engel olarak görülüyor.
Son üç yıldır büyük bir istikrarsızlığın yaşandığı Darfur bölgesi, kimilerince yeni bir oyunun sahnelendiği, kimilerince de büyük bir insanlık trajedisinin yaşandığı bir yer olarak adlandırılsa da, aslında ortada tek bir gerçek var: Yüz binlerce Darfurlu, olayların nasıl bu noktaya geldiğinin farkında bile değil.
Paylaş
Tavsiye Et