İSRAİL devleti, Filistin ile Lübnan’a saldırırken, belki hesap edemediği derecede hırçınlaştı ve ölçüyü kaçırdı. Şimdi yenilgisini ve hesap hatasını hem kendi kamuoyuna hem de dünya kamuoyuna izah etmekle meşgul. Türkiye’nin muhalefet partileri de bu vesileyle Ak Parti’ye “saldırırken” ölçüyü kaçırdılar. Sayın Deniz Baykal, Lübnan’a gönderilecek barış gücünde Türk askerinin yer alması durumunda, bunun “içimizdeki Hizbullah”ı güçlendireceğini söylerken; Sayın Necmettin Erbakan “Hizbullah’ı yok etmek için Türk askerini kullanmak istiyorlar. Biz niçin Hizbullah’ı yok etmek için asker gönderiyoruz? Bu, AKP’nin sonunu getirir” dedi. Hükümetin yön şaşkınlığı içinde olduğunu belirten Sayın Devlet Bahçeli, askerin Lübnan’a değil, Kandil’e gönderilmesi gerektiğini ihtar ederken; BBP lideri Sayın Muhsin Yazıcıoğlu ise önce asker gönderilmesine karşı çıktı; sonra yaptığı Suriye-Lübnan ziyaretinin ardından, “Barış Gücü’nün komutası mutlaka Türk askerinde olmalı!” demeye başladı.
Yazıcıoğlu’nun tavrındaki değişme önemlidir. Zira devletler masa başında yönetilemez. Sahaya inmek; gelişmelerden etkilenen insanların nabzını tutmak zorundasınız. Bölgeye hiç gitmeden, “canı yanan” kişi ve gruplarla bizzat görüşmeden, sadece hükümeti eleştirmiş olmak için okkalı laflar etmek siyaset değildir. Siyaset yapmanın birinci sorumluluğu, dünyada, bölgede ve ülkemizde olan bitenleri doğru yorumlama hususunda millete zihin açıklığı kazandırmaktır. Yani başkaları türlü dezenformasyonla milletin zihnini karıştırırken, siyasiler buna panzehir olmaya memurdurlar. Topluma karşı ana görevleri budur.
Heyhat! Küçük siyasî çıkarlar, parti liderlerimizi bu kadar mı kısırlaştırıyor? Bu mu siyaset Allah aşkına? Bu mudur millete hizmet?
Peki, hükümet Lübnan’a asker göndermeli mi? Doğrusu, benim de ciddi tereddütlerim var. Fakat, bu yazıda esas meselem muhalefetin tavrını değerlendirmek. Mesela kimse şu soruları sormuyor: ABD ve İsrail, Türkiye’nin asker göndermesini istiyor; önde gelen AB ülkeleri de bizzat Barış Gücü’nde yer alacaklar. Peki, Barış Gücü göreve başladıktan sonra İsrail, Lübnan’a havadan veya herhangi bir şekilde saldıracak mı? Saldırırsa Barış Gücü müdahale edecek mi? Gazze ve Filistin’in diğer bölgelerinde İsrail eskiden yaptığına benzer müdahaleler yapacak mı? Yaparsa, bunun “Uluslararası Toplum” katındaki müeyyidesi ne olacak? Bunlar BM kurullarında tartışılıp karara bağlandı mı? Yoksa son derece müphem bir tarzda ve Fransızların komutası altında bir serüvene mi atılıyoruz?
Sadece muhalefet değil, Sayın Cumhurbaşkanı da net ve ikna edici bir tavır içinde değil. Başkanlığını yaptığı MGK, BM kararından duyulan memnuniyete vurgu yaparken; kendisi “aman karışmayalım; bize ne?” gibi tuhaf bir açıklama yapıyor. Türkiye bugün “büyük devlet” değilse, küçük devlet de değildir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışı artık pasif bir dış siyasetle gerçekleştirilemez. Eğer AKP hükümeti Ortadoğu’ya hiç karışmasa, daha önceki hükümetler gibi “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” dese; bu sefer muhalefet başka türlü ayaklanır ve şuna benzer sesler duyarız: “Ortadoğu elden gidiyor! Türk devleti nerede? Bugün komşuna yarın sana. Türkiye, aktif olmalıdır!”
Evet, gerçek bir bölgesel (giderek, küresel) barışın anahtarı Türkiye’dir. Pasif değil, aktif Türkiye! Gazete köşelerinde, televizyon programlarında aktif bir dış siyasetin Türk milletine maliyetini hesaplayıp duranlar, bir de pasifliğin hesabını yapsalar ya! Yeni dünya düzeninde, pasiflik yok olmakla eştir. Ya varsınız ya da yok!
Ali Dayı’dan AKP’ye Öğütler
Dalamanlı Ali Dayı, tam 87 yaşında bir delikanlı. Demokrat Parti (DP) döneminde “bucak başkanı”. Siyasî liderlerimizin aksine, sözlerini ince ince tartarak söylüyor. Fazla sıkıştırılınca, “Bunları biliyon, emme söyleyemeyon. Her bi şey söylenmez ki!” demeyi ihmal etmiyor.
Ali Dayı’ya göre, AKP ile DP arasında birçok benzerlik var. “Menderes de, Erdoğan da dinle siyaseti barıştırmaya çalışıyorlar. Allah affetsin, biraz yalan gonuşuyorlar emme, bunu memleketin hayrı için yapıyorlar!” AKP, eğer DP’nin akıbetine uğramak istemiyorsa, DP’nin dört büyük hatasına düşmemelidir. Ali Dayı bu dört hatayı şöyle sıralıyor:
DP, nüfus cüzdanlarına hiç gereği yokken ‘din’ hanesini koydu. Biz zaten Müslümanız. Bunu bağırmanın âlemi var mı? O gün bugün hem Alevi vatandaşlarımızla hem de Avrupa ve Amerika’yla ihtilaf içindeyiz. “Onlar kafa kâğıtlarına din hanesini goyuyu mu? Goymuyo. Biz neye goyuyok? Dünyanın akıllısı biz miyik?”
Atatürk’ü Koruma Kanunu (AKK) çıkarmak, DP’nin 2. büyük hatasıydı. “Menderes, İsmet Paşa’yı gıskandığı için yaptı bunu. İsmet, kâğıt paralardan Atatürk’ün resmini galdırtmış, gendininkini goydurtmuştu. DP, paralara Menderes’in yahut Bayar’ın resimlerini goymaya cesaret edemeyince, Atatürk’e geri gitti. Atatürk’ü seviyom; fakat AKK ile sanki memlekette başka böyük adam yokmuş havası doğdu. Fevzi Paşa, Kâzım Paşa, Ali İhsan Paşalar hep unutuldu.”
DP, vergiyi kaldırdı. “Vergi galkınca, memleket nasıl galkınacak? Amarikan parasıyla vatan gurtulur mu? Marşal yardımı için Amarika herkesi çağırıp, benden ne istiyonuz diye sordu. İsrail’i guran Yahudiler makina, fabrıka istediler. Bizimkiler ne istemiş biliyon mu? Dodak boyası!”
DP, sayımı kaldırdı. “Eskiden yol parası, okul parası varıdı. Ya 6 lira verirdin, yahut hökümat için 28 gün çalışırdın. Bunları galdırınca memleket mamur olmadı.”
Ali Dayı’nın bazı fikirlerine katılmayabiliriz. Fakat doğal bir yatkınlıkla birçok şeyin farkında olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Bir kere, yurtiçinde maruz kalınan baskının küresel bir boyutunun olduğunu fark etmiştir. Dünyanın taşrasında sivil bir yönetimin sınırlarını kendi kavlince dillendiriyor. İkincisi, en baskıcı düzenlemelerin çoğu zaman, bizzat o düzenlemelerden en fazla zarar görenler tarafından yapıldığını kavramıştır. Üçüncüsü, bir ülkenin yabancı sermaye ile kalkınamayacağını; kendi öz sermayesini temin etmek, kendi teknolojisini geliştirmek zorunda olduğunu anlamıştır.
Ekonomide İMF’nin bir dediğini iki etmeyen ve finan sektörünün üçte ikisini yabancılara kaptıran bir yönetim Ali Dayıları dinler mi?
Paylaş
Tavsiye Et