DEMİREL’i yeni kuşaklara anlatmak çok zor; Mesut Yılmaz’ı anlatmak talihsizlik; Rahşan Ecevit’i anlatmak ise lüzumsuzdur. Atalarımız boşuna “Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı!” dememiş. Bitpazarına bu sefer siyasetçi yağdı. Hem de ne siyasetçiler! Kimi hortumcu yeğenlerin intikam meleği; kimi az buçuk düzelmiş bir ekonomiyi yeniden talan çemberine sokmak istiyor; kimi bitkisel hayattaki eşinin itibarını siyasî nakde çevirme peşinde.
Demirel’i yeni kuşaklara anlatmak çok zor. Eskilerin tabiriyle, o kadar suret-i haktan konuşur ki, Allah’ın veli bir kulunu dinliyor gibi olursunuz. Yolu hangi topluluğa uğramışsa, o topluluğun en ateşli üyesi kılığına girmiş; daha doğrusu, öyle görünmeyi becermiştir. İlk başbakanlığı sırasında, kendisini ziyaret eden bir cemaatin üyeleri, neden cemaat üyesi milletvekillerinden hiçbirini bakan yapmadığını sorduklarında, cevabı şudur. “Aaa, kabinede ben varım ya!..”
Onun vasıflarını en iyi tasvir edenlerden biri, Necip Fazıl merhumdu. Bundan 35 yıl önce, yani Demirel siyasette henüz 10. yılını bile doldurmamışken, Büyük Şair büyük bir sezişle İslamköylü uyanık siyasetçinin akıl ve ruh portresini çiziyordu:
Okka okka vicdan satın alırsın;
Topuzu altından oy baskülüsün!
Bir gökdelen sanır seni gören göz;
Bilmez ki, temelden çöküntülüsün!
Bağlısın hak bilmez yeminlilere;
Hakkı bilenlerden çözüntülüsün!
Kendisini en son yakından görüşüm 3. (bazılarına göre 4.) İzmir İktisat Kongresi’nde gerçekleşti. Turgut Özal, Cumhurbaşkanı sıfatıyla o kadar planlı bir konuşma yaptı ki, Başbakan Demirel tam anlamıyla bunalıma girdi. Önce Türkiye’nin makro ekonomik hedeflerinin neler olması gerektiğinin çerçevesini çizen Özal, sonra bunu gerçekleştirecek olan toplumun insanî vasıflarını ortaya koydu. Hukuk ve siyasetin bu bağlamda nasıl düzenlenmesi gerektiğinin de ana ilkelerini vazeden Özal, 50 yıllık bir vizyon belirleyerek kürsüden indi.
Kendisinden sonra kürsüye çıkan Baş-ba-kan Demirel ise, 1000 dolayındaki seçkin dinleyiciyi sadece güldürdü. Evet, mübalağa etmiyorum; sadece güldürdü. Kongre tutanakları muhakkak DPT veya düzenleyici kurum hangisiyse onun tarafından yayınlanmıştır. Bulup okuyabilirsiniz. “Enflasyon düşüyordu da, biz mi düşürmedik? Bu memleketin iki yakası bir araya geliyordu da, biz mi getirmedik?” gibi ipe sapa gelmez cümlelerle Türk bilim camiasına hitap etmekten geri durmadı.
Bu tatsız anıyı anlatışımın sebebi, onun dağarcığında bunun gibi içi boş lakırdılardan başka bir söz olmadığını belirtmektir. Hiçbir zaman ciddi bir bilgilenme endişesi olmadı. Tutarlılık endişesi olmadı. Ahlâkîlik endişesi olmadı. Muhalefetteyken eleştirdiği her şeyin, iktidarda beş mislini yapmaktan sıkılmadı. Onun başa geçmesi muktedir olması değil; gerçek muktedirlere kul köle olması demekti. Necip Fazıl bu noktayı da çok iyi tespit etmişti:
Yoktur izlediğin bir dava yolu;
Bir bu yan, bir şu yan, büküntülüsün!
Türk’e zıt sermaye merkezlerinden,
Bir zikzaklı yolda hep, güdülüsün!
Milli yekparelik gelmez işine;
Bu yüzden parçalı, bölüntülüsün.
Ve devlete mason biraderlerin
Tam da maslahata denk ödülüsün!
Kuzum, senin neren Anadolu’dur?
Türk’e Amerikan püskürtülüsün!
Farkın şu ki, eski Başbakanlardan,
Sen o belaların son püskülüsün!
Mesut Yılmaz’ı yeni kuşaklara anlatmak ise talihsizliktir ve bunda en büyük kabahat hiç şüphesiz Turgut Özal’ındır. Özal, döneminin diğer siyasî liderlerine (onlardan lider diye söz etmek caiz ise!) fark atan bir liderdi. Fakat örgütsel akla değil, yalnızca kendi aklına güveniyordu. Cumhurbaşkanlığı makamına yükselince, kurduğu örgütün de ayakları yerden kesildi. Kendisinden sonra Anavatan Partisi’nin kimin liderliğine kaldığı hiçbir zaman anlaşılamadı: Yıldırım Akbulut’a mı, Semra, Ahmet veya Zeynep Özal’a mı, davulcu Asım’a mı?
Mesut Yılmaz, bu bulanık suda takasıyla balık avlayan siyasetçiydi. Tuttuğu balıkların bir kısmını salamuraya yatırmış olmalı ki, solcu ve milliyetçi ortaklarıyla enkaza çevirdiği ülke nefes almaya başlayınca yeniden sahneye çıktı. Kendisini 28 Şubat’ın tetikçilerinden sayanlarla aynı düşüncede olmasak bile, 28 Şubat’ın müstefitlerinden olduğuna şüphe yok. Ülkeyi beş yılda beş misli daha borca sokan 28 Şubat tiyatrosu, Mesut Yılmaz ve benzerleri olmasa oynanamazdı. Necip Fazıl’dan ilham alıp şöyle bir Mesutnâme yazabiliriz:
Ne verdin millete iktidarında
Kokmaya başlamış turşu küpüsün
Sahici zanneder neşene bakan
Dışarı pırtlamış macun tüpüsün
Dönüşün hiç hayra alamet değil
Sen yeni bir depremin güpgüpüsün
Rahşan Ecevit’i yeni kuşaklara anlatmak lüzumsuz olsa da, gerekçesini vermem lazım. Üç çeyrek yüzyıllık ömründe, Ecevit’in eşi olmaktan başka, bir tek şeyle anılır oldu: Rahşan Affı! Siyasî otoritenin nikâh yoluyla geçebileceğini vehmeden Demokratik Sol Partililer, Rahşan Hanım’ın öncülüğünde “Merkez Sağdan oy kapma” peşine düşeceklerine, Müslüman bir toplumda solcu (yani gerçek muhalif) olmanın ne demek olabileceğine kafa yorsalar, şüphesiz çok daha başarılı olurlar. Yukarıdaki üç isimle aynı kefeye konmasa da, Erbakan Hoca’yı da bu bağlamda anmam gerektiğini söyleyenler olacaktır. Hoca’nın problemi farklı: O, önderlik aşamasını %100 başarıyla geride bırakmış bir siyasî hareketin, özerklik sınavından çakmasına mükemmel örnektir. Bu konuyu Ağustos sayımızda ele alalım.
Paylaş
Tavsiye Et