SOĞUK Savaş sonrasında, özellikle de 11 Eylül terör olaylarının ardından uluslararası politikanın en çok tartışılan konularından biri, ABD’nin dünyada hegemonya oluşturma çabası ile BM’nin bu süreçteki rolü ile ilgilidir. Bu çerçevede ABD’nin BM’ye nasıl baktığı, bu örgüte dönük politikası ve beklentilerinin ne olduğu incelenmesi gereken noktalardır.
Niçin BM?
BM ve öncülü olan Milletler Cemiyeti gibi dünya ölçekli uluslararası örgütlerin kuruluş amacı ve rolü ile ilgili iki önemli teori mevcuttur: Bunlardan ilki, BM gibi örgütlerin, uluslararası sorunların uluslararası hukuk, norm ve kurallar çerçevesinde diplomasi, diyalog ve diğer barışçı yöntemlerle çözülmesini sağlamak amacıyla kurulduğunu ve çok gerekli olduğunu iddia eden İdealist/Liberal teori; diğeri ise bu tür örgütlerin ancak uluslararası dengelerin bir ürünü olduğunu ve başta süper güçler olmak üzere devletlerin çıkarlarına hizmet etmek için kurulduğunu, ama gerektiğinde göz ardı edilebileceğini iddia eden Realist teori. Bu teorilerden ilki BM’nin üstünlüğünü, gücünü ve önemini vurgularken, ikincisi devletin üstünlüğünü, gücünü ve önemini öne çıkarmaktadır.
Kurulduğu 1945 yılından itibaren BM’nin uluslararası politikada oynadığı role ve etkisine baktığımızda, Realist teorinin daha ‘gerçek’ olduğunu görmek mümkün. Zira BM, her ne kadar İdealist düşünceye pek çok katkılar yapmış ve barışçı oluşumlara kaynaklık etmişse de, kendisini kuran ve işleyişini büyük ölçüde denetleyen ABD ile diğer süper ve büyük güçlerin etkisinden kurtulamamıştır.
ABD’nin Hegemonya Politikası ve BM
BM kurucuları arasında özellikle ABD’nin yeri ve tutumu diğerlerine göre çok daha önemlidir. Çünkü örgütün gerek fikir, gerekse süreç olarak kuruluşunun baş mimarı ABD ve kısmen de İngiltere’dir. İtalya ve Almanya’nın saldırganlığını 2. Dünya Savaşı’nda durdurmakta başarılı olan ABD, bu başarısını yine kendisinin başrol oynayacağı yeni bir dünya düzeni kurarak devam ettirmek ve bu amaçla yeni bir uluslararası örgüt kurmak istiyordu. Başkan Roosevelt ve Başbakan Churchill’in 1942’den itibaren yaptıkları girişimler sonucunda Nisan 1945’te San Francisco Konferansı’nda toplanan 45 ABD müttefiki devletin imzasıyla kurulan BM, ABD dış politikasının tarihî bir başarısı olarak görüldü. BM’nin genel merkezinin New York’ta olması, ABD ve BM ilişkisinin gücünü gösteren bir başka veridir.
ABD’nin BM’yi kurmaktaki amaçları kısaca şu şekilde özetlenebilir: Liderliğine soyunduğu yeni uluslararası düzenin kurulmasında diplomatik, siyasi, ekonomik, hukuki ve kültürel bir platform oluşturmak; burada alınan kararlar ile uluslararası sistemi denetim altında tutmak ve tüm devletleri bu platform üzerinden diyalog kurmaya teşvik etmek…
BM’nin örgüt şemasına bakıldığında, İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü/GATT, Uluslararası Havacılık Örgütü ve diğer pek çok uluslararası uzmanlık örgütünün BM sisteminin parçaları olduğu görülecektir. BM dâhil bu örgütler her ne kadar otonom işlevlere sahip olsalar da, işleyiş ve başarıları büyük oranda ABD’nin ve diğer güçlü ve zengin ülkelerin katkılarına bağlıdır. ABD, bu örgütler aracılığıyla dünya hegemonyasını oluşturmaya çalışmış, diğer büyük-küçük tüm devletleri bu sistemin parçası haline getirmeyi planlamış, bu uğurda önemli ekonomik, mali ve siyasi kaynaklar kullanmıştır.
Ancak, ABD’nin planları tam anlamıyla uygulamaya konulamamıştır. Çünkü bu düzene iki grup ülkeden itiraz gelmiştir. Bir yandan SSCB ve Doğu Bloğu ülkeleri, diğer yandan Bağlantısızlar olarak adlandırılan Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki birçok ülke, Soğuk Savaş boyunca ABD’nin BM’yi kullanarak hegemonya kurma çabasına engel olmaya çalışmışlar ve bir dereceye kadar başarılı olmuşlardır. SSCB ve Çin; İMF, Dünya Bankası ve GATT’a üye olmazken, ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’nden çıkarmak istediği kararları veto etmişlerdir. Ortadoğu, Asya, Afrika, Latin Amerika’da patlak veren birçok yerel veya bölgesel kriz veya savaş, ABD, SSCB ve Çin arasındaki anlaşmazlık nedeniyle Güvenlik Konseyi’nde görüşülememiş veya görüşülse de durdurulamamıştır. Bunun sonucunda BM, kendisinden beklenen barış ve istikrar kurma, koruma ve kurtarma görevlerini tam olarak yerine getirememiştir. Bunların en tipik olanları; Arap-İsrail Savaşları, İran-Irak Savaşı, Sırp-Boşnak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgalidir. Bu tür yerel veya bölgesel savaşları engelleyemeyen BM’nin, Sovyetlerin Afganistan’ı işgalini (1979), ABD’nin Grenada (1983) ve Irak’ı işgallerini (2003) ve takip eden savaşları durdurması zaten beklenemezdi. Bu açıdan bakıldığında, BM’nin ne Soğuk Savaş boyunca ne de sonrasında başarılı olduğu söylenebilir.
Bununla birlikte, Güvenlik Konseyi’ndeki beş daimi üyenin uzlaşma sağlaması durumunda BM’nin pekâlâ başarılı olduğu örnekler de verilebilir. ABD ve SSCB/Rusya’nın bazen çıkarlarının örtüşmesi, bazen bu ülkelerin içinde bulunduğu şartlar gereği, kısmen de uluslararası kamuoyunun baskısı nedeniyle anlaşma sağlamaları durumunda, BM Güvenlik Konseyi’nde etkili kararlar alınmış ve uygulanmıştır. Bu açıdan en başarılı örnekler; İsrail’in 1967 ve 1973 Savaşlarında işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyen 242 ve 338 sayılı kararlar, Irak’ın Kuveyt’i işgaline (1990) karşı 661 sayılı ve onu izleyen birçok karar ve nihayet Sırp-Bosna Savaşı’nın durdurulması için alınan kararlardır. Her ne kadar 242 ve 338 sayılı kararlar uygulanamamışsa da, bu kararların alınmış olması BM için önemlidir.
BM Barış Koruma Kuvvetleri
Bu bağlamda BM’nin bir diğer önemli başarısı, bir savaşın durdurulması sonucunda savaş bölgesine “barış koruma kuvvetlerinin yerleştirilmesi” uygulamasıdır. BM Antlaşması’nda düzenlenmeyen bu mekanizma, 1960’larda ABD ve SSCB’nin bir centilmenlik anlaşması sonucunda başlamış, uygulaması ve denetlenmesi BM Genel Sekreteri’ne verilmiştir. BM barış koruma kuvvetleri (mavi bereliler), BM Güvenlik Konseyi’nde kabul edilen bir karara dayanır ve bu karar çerçevesinde hareket eder. Dolayısıyla, tüm Konsey kararlarında olduğu gibi, bu da başta ABD olmak üzere tüm daimi üyelerin rızasına bağlıdır. ABD’nin rıza göstermediği ve çıkarına uygun bulmadığı bir barış koruma kuvvetinin herhangi bir bölgeye yerleştirilmesi mümkün değildir. Barış koruma kuvvetlerine katılım tamamen devletlerin gönüllülüğü esasına göredir; ama katkıda bulunmak isteyen devletin “oyun bozucu” özelliğe sahip olmaması gerekir. Aksi takdirde barışı koruma değil, barışı bozma riski ortaya çıkar.
Bu gelenek, özellikle Soğuk Savaş sonrasında ve tabii ki 11 Eylül’ün ardından daha da yaygınlaştı. Afrika’da (Sierra Leone, Etiyopya, Batı Sahra), Güney Asya’da (Doğu Timor, Hindistan-Pakistan sınırı), Balkanlar’da (Bosna-Hersek, Hırvatistan, Kosova), Kafkaslarda (Gürcistan, Tacikistan), Ortadoğu’da (Kıbrıs, Suriye Golan Tepeleri, İsrail, Irak ve Lübnan) bu kuvvetler yer almaktadır. Bu artışın önemli bir nedeni, Soğuk Savaş sonrasında sayısı artan uluslararası sorunların hepsini kendi başına ve kendi kuvvetleriyle çözme gücüne sahip olmayan ABD’nin, ilgili ülkelerin desteğini alarak BM şemsiyesi altında ve onun yönlendirmesiyle “yük paylaşımı” yapmak istemesidir. Böylece BM barış koruma kuvvetleri üzerinden ABD, dünya hegemonyasının benimsenmesini de hızlandırmak istemektedir. Hatta daha da ileri giderek, bu kuvvetlere “barış kurma” yetkisi verilmesini istemekte, böylece kendini daha az riske atarak sorunların çözümünü sağlamaya çalışmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği Afganistan’daki ISAF’tır. Benzeri bir misyonun Lübnan’daki UNIFIL’e de verilmesini istemektedir.
Sonuç olarak, ABD ne BM’siz olabilir, ne de tam olarak BM ile: BM’siz olamaz; çünkü örgüt ABD’nin dünya hegemonyasının kuruluşuna siyasi, ekonomik, mali, kültürel ve barış koruma kuvvetleri mekanizmalarıyla katkıda bulunma potansiyeline sahiptir. Her zaman istediği şekilde olmasa da kullanılmaya açık bir platformdur. Ama ABD, tam anlamıyla BM’yle de yapamaz; çünkü BM felsefesi ve ilkelerinin tam olarak hayata geçmesi uluslararası işbirliği ve uzlaşmayı gerektirdiği için, ABD’nin tek yanlı hegemonya kurmasına engel olabilmektedir.
Paylaş
Tavsiye Et