“DAHA fazlasını iste!” Uluslararası sermayenin önemli temsilcilerinden olan bir meşrubat şirketinin reklamlarında kullandığı bu slogan, tüketim kültürünün önümüze koyduğu sınır tanımaz çağrıların ne ilki ne de sonu. Modern dünyanın üzerinde yükseldiği değerleri ele veren ve her köşebaşını istila eden reklam panolarında, televizyonlarda, gazete ve dergi ilanlarında görmeye aşina olduğumuz bu sloganlar gündelik yaşantımızın ayrılmaz birer parçası haline geldi. Bunda günümüz dünyasının sınırsız kâr güdüsüyle hareket eden kapitalizmin vesayetinde şekillenmesinin rolü büyük. Çünkü sürekli olarak mal ve hizmet üreten kapitalizm onları tüketecek kitlelere ihtiyaç duyuyor. Bu noktada reklam ve gösteri araçlarını devreye sokarak yaşam alanını genişletecek ve idame ettirecek olan değerleri tedavüle sokuyor. Bu değerlerin başında hiç şüphesiz ki sınırsız tüketim, benmerkezcilik ve hedonizm geliyor.
İnsanoğluna seslenerek kendisi için yaşamasını, arzularına gem vurmamasını, nefsinin taleplerini göz ardı etmemesini ve enerjisini onu tatmin etmeye adamasını isteyen ve zamanla telkin aşamasını geçip adeta bir bombardımana dönüşen bu değer aktarımı neticesinde ortaya yeni bir insan tipi çıktı: Tüketim İnsanı. Tüketen, tükettikçe mutlu olduğuna inanan, muhteris, manevi ve ahlaki anlamda taviz vermek pahasına bile olsa gücü dahilinde olan hiçbir şey için kendisini tutma ihtiyacı duymayan bu birey, modern dünyanın gözde insan tipi olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Böylece tarihte eşine az rastlanır şekilde kötücül değerler, ‘erdem’i alaşağı ederek değerler hiyerarşisini tersine çevirdi.
Oysa insanoğlu yeryüzündeki yaşantısına adım attığı günden bu yana daima iyi ile kötü arasındaki ezeli savaşta bir taraf olmak durumunda kaldı. Erdemli olana ulaşmaya güç yetiremediğinde bile erdemli olanın ne olduğu sorusunu doğru bir biçimde cevaplandırabildi. Bunu yaparken hak peygamberler vasıtasıyla ulaşan vahyî bilgi ademoğlunun en büyük yardımcısı oldu. Tarihin her döneminde insanoğlunun imdadına yetişerek, iyi ile kötü arasındaki sınırı belirginleştiren vahyî bilginin insanoğluna sunduğu en önemli tavsiyelerden biri, gerçek mutluluk ve iç huzurun nefsin peşinden koşarak değil, onun dizginlerini ele alarak ve onu terbiye ederek kazanılabileceği tavsiyesi oldu. Nefis terbiyesinin önemli bir cüzünü ise ibadetler oluşturdu.
Bu ibadetlerden özellikle bir tanesi, kendisinde saklı olan nice hikmetlerden başka nefis terbiyesi anlamında da insanoğluna rehberlik eden oruç ibadetidir. “Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz” (Bakara: 183) ayetinde bildirildiği gibi insanoğlu her devirde oruç ile yükümlü kılınmıştır.
Orucun Arapçası olan savm’ın sözlük anlamı kişinin yapabilecek kudrete sahipken bir eylemi terk etmesidir. Yeme, içme ve çeşitli arzular, gem vurulması beklenen eylemlerin başında gelir. Yalnızca Allah rızasını gözeterek bunlardan vazgeçen insanoğlu salt uhrevi kazanımları değil, oruçla gelen bireysel ve toplumsal kazanımları da edinir. Modern dünya söz konusu olduğunda belirtilen toplumsal ve bireysel kazanımlar çok daha fazla zikredilmeye değer gözükmektedir. Zira modern dünyanın çarkları arasında ezilen günümüz insanı için oruç yalnızca bir nefis terbiyesi değil, adeta bir başkaldırıdır. Özü itibariyle can suyunu bireycilik, benmerkezcilik, hedonizm ve sınırsız tüketimden alan zihniyet ile büyük bir uyuşmazlık gösteren oruç ibadeti sabır, şükür ve kanaat erdemleri ile insanı donatır. İnsanoğlu bir kez bu erdemlere kavuştuğunda ise “daha fazlasını iste”mez olur. Elindeki ile yetinir, haline şükreder. Mutluluğu metada değil, şükürde ve kanaatte bulur.
Oruç ayrıca diğerkâmlığı geliştirir. Bilindiği gibi insanoğlunun en belirgin özelliklerinden birisi ‘unutma’ ile malul oluşu, bir diğeri de tecrübe etmediği hali yeterince kavrayamayışıdır. Oruç ile açlığı tecrübe eden insan, açların halini daha iyi anlar. Bu ibadeti hayat boyunca yalnız bir kez yerine her sene tekrarlayarak da ‘unutma’ya karşı bağışıklık kazanır. Böylece benmerkezcilikten uzaklaşır, kendisi dışındaki dünyaya at gözlüklerini çıkararak bakmayı öğrenir. Başkalarının acılarına karşı duyarlılık geliştirir ve etrafında olup bitenlere daha zinde gözlerle bakar.
Oruç insan ruhunu kemiren ve onu yozlaştıran ikiyüzlülüğe karşı da mükemmel bir direnç noktası oluşturur. Allah’ın kendisini gördüğü bilgisinden hareket eden ve yalnızca O’nun rızasını kazanmak üzere açlığa, susuzluğa tahammül eden, arzularına gem vuran insan riya yükünü sırtından atar. Sürekli olarak imajını beslemesini, reklamını yapmasını, kendisini en iyi şekilde pazarlamasını salık veren bir dünyada kendisi olma fırsatını bulur, özgürleşir.
Ne var ki orucun bireysel ve toplumsal değişim gücünün farkında olan kapitalist sermaye çift yönlü bir strateji ile onu etkisiz hale getirmenin yollarını aramaktadır. Bir yandan kitlelerin değersizleştirilmesi, daha doğrusu kapitalist amentüyü benimsetme işini üstlenerek orucun bireylerin hayatında yer almaması için mücadele verir. Bunu başaramadığı noktalarda ise, stratejinin ikinci yönü devreye girer ve orucu temel niteliklerinden soyup onu salt bir aç, susuz kalma eylemine indirgemeye çalışır. Bu noktadan sonra oruç kapitalist sermaye için uygun pazarlama stratejisi ile muazzam kâr getirecek bir ‘mal’a dönüşür. Bunun en güzel örneği Ramazan dolayısıyla başlatılan promosyonlar, iftar ve sahur sofralarının bereketine ortak olmaya çalışan ulus ötesi şirketler ve orucun ibadet boyutunu vurgulamaksızın onu gösteri kültürünün konusu haline getiren Ramazan eğlenceleridir.
Şurası bir gerçektir ki oruçla gelen, açlık, susuzluk ve yorgunluktan ya da direkler arası eğlencelerinden fazlasıdır. Rabbimizin “yalnızca benim içindir, karşılığını da ben vereceğim” diyerek farklılığını anlamamızı istediği bu ibadet aynı zamanda verili dünyaya ilişkin etkili bir sorgulamadır.
Paylaş
Tavsiye Et