YERYÜZÜNDE neden kötülük var? Safça bir soru olduğunun farkındayım ama ruh sağlığı disiplinleri de bu sorunun cevabını arıyor. Kötülük hepimizin bildiği üzere tek başına cereyan etmiyor. Onun ortaya çıkması için bir zalim ve bir kurban, çoğu zaman da tanıklar gerekiyor. Kötülük sosyal olarak icra edilen bir şey. Bütün ülkeyi dehşete düşüren ana-baba katili genç kızın durumundan haberdar olmasaydık, annesini öldürdükten sonra arkadaşlarıyla eğlenen genç hepimizde şaşkınlıkla karışık bir tiksinti uyandırmasaydı, barbarlık merhametin topraklarında yüzünü göstermeseydi, kötülüğü ve şiddeti konuşmayacaktık.
Kötülük işleyen kişilerin sıradan insanlar oldukları, çoğu zaman iyi bir komşu, müşfik bir aile babası gibi göründükleri dile getirilir. İnsanların dışa yansıyan bir kötülük belirtisinin olmaması çoğumuza şaşırtıcı gelir. Nasıl olur da arkadaşlarına, çevresine, komşularına normal görünen bir kişi akıl almaz cinayetler işler, değil mi? Hannah Arendt ünlü Nazi Adolf Eichmann’ı gözlemleyerek “kötülüğün banalliği”nden bahsetmişti. Herkes insan şeklinde bir şeytan beklerken sıradan bir insan çıkmıştı ortaya. Sıradanlığı adeta hayal kırıklığı yaratıyordu; bir kitle katliamcısından beklenmeyecek kadar sıradan. Sanki otobüste yan yana oturduğunuz, göz ucuyla şöyle bir bakıp unuttuğunuz yüzlerden biri gibi. Banalliğin asıl şoku, kişi ve suç arasındaki oransızlıktır.
İnsan doğası mı, yoksa içinde yaşadığımız kültür mü şiddet ve saldırganlığı artırıyor? Saldırganlık ve şiddet sadece kalıtım ve içgüdülerle açıklanamaz. Saldırganlık büyük ölçüde öğrenilmiş bir davranıştır ve çoğu zaman da duruma özgüdür. Burada tuhaf olan ise insanlığın uygarlık sürecinin kötülüğü azaltmak yerine çoğaltmasıdır. Çünkü modern ahlâk bencilliği kınamıyor, alçakgönüllülüğe cevaz vermiyor. Gelecek kuşaklar, giderek yoğunlaşan çevre kirliliğiyle birlikte bizim kurbanlarımız olarak dünyaya gelecekler. Uygarlık dediğimiz şeyin insanın iç denetimi üzerine yükseldiğini söyleyen Freud’un kemikleri sızlıyor olmalı!
Kötülüğün kol gezdiği bir iklimde, Türkiye’nin gençleri de hanidir hançeri birbirlerine saplıyorlar. Erkeklik davası mı bu hançer saplamak, gençliğin bizim artık aşinası olamadığımız yeni âleminde yetişkinliğe geçişin bir ritüeli mi? Hançer saplayarak, bir başkasının canını acıtarak, bir başkasını yok ederek, bir aileyi acılara gömerek var olmak ancak psikopatlığın raconuna uyar. Türkiye’de izleyebildiğim kadarıyla, gençler arasında psikopatik arsızlık ve acımasızlık tırmanıyor ve erkekliğin kitabı anti-sosyalliğin, zalimliğin, kan dökücülüğün kitabına uydurularak yeniden yazılıyor. Vahşi hayvanlar gibi, en çok can acıtanın “en erkek” sayıldığı bir cangılda mı yaşayacağız?
Bu durumu, basitçe bazı televizyon yapımlarına bağlamak sorunu küçümsemek olur. Türkiye’nin gençleri bir ümitsizlik duygusundan mustaripler. Geleceğe baktıklarında bir ışık görmek istiyorlar; bir iş bulabileceklerine, kendi hayatlarını yazabileceklerine, sevip sevilebileceklerine dair bir ümit ışığı. Oysa hayat onlar için her geçen gün daha da zorlaşıyor. Anne-babalarının televizyon karşısında uyuklamaktan yeterince sevgi veremediği bir kuşak, bir kanser hücresi gibi hızla ülkeyi istila ediyor, geçtiği yerlere sevgisizliğin tohumlarını, şefkat görmemişliğin zehirli havasını bırakarak. Zamanımızı, dikkatimizi, varlığımızı onlardan esirgediğimiz için, şimdi onlar büyük bir boşlukta asılı kalmış durumdalar; bağlanabilecekleri bir değer, uğruna ölecekleri bir dava, yüreklerini tutuşturan bir ülkü, hayatlarını gülistana çevirecek bir anlam sunamadığımız ve kendimiz gibi onları da televizyon ekranı karşısında yalnız bıraktığımız için...
Video ve bilgisayar oyunları akıl almaz bir şekilde şiddet içermekte, televizyon yapımlarında sinek gibi insan öldürülmekte, dış dünyadan hemen her gün vahşet haberleri ulaşmakta. Hepimiz ümitsiz bir dünyada hak aramanın yegâne yönteminin şiddet olduğunu düşünerek yetişen bir kuşakla karşı karşıyayız. Onları hayata bağlayacak, onlara bir yön ve anlam duygusu verebilecek en önemli şey, karşılıklı yapacağımız konuşmayı zenginleştirmek, onlarla hikâyeleri ve hayalleri paylaşmaktır. Çocuklarımıza hikâye anlatmalı, onları hikâyelerle emzirmeliyiz. Anlattığımız hikâyeler, onları anonim bir dünyada yurtsuz kalmaktan kurtaracaktır. Hatta onlara bir aidiyet hissi verecek, başları sıkıştığında, uzaklarda üşüdüklerinde, bu hikâyelere iltica edebileceklerdir. Bir hikâyeyi paylaşmak aynı hayallerle ısınmaktır, birlikte düş görme temrinleri yapmaktır.
Günümüzün kapitalist toplumu vicdan yoksunluğunu bir değer olarak öne çıkarıyor, anti-sosyal acımasızlığı bir hayatta kalma stratejisi olarak öneriyor. Acımasızlık, dürtüsellik ve empati yoksunluğu bizi ötekini hissetmekten alıkoyuyor ve “güçlü olan ayakta kalır” düşüncesi insanları kurban olmak ile zalim olmak arasında bir seçime zorluyor. Değer boşluğu anti-sosyal kişiliğin gelişimi için en uygun fideliktir; her şeyin hızla değiştiği bir dünyada eski değerler erozyona uğrarken insanlara rehberlik edecek yeni değerler oluşmamaktadır.
Anti-sosyal kişiliklerin uç ideolojilerde, buhran dönemlerinde, savaşta veya devrimlerde bir kahraman mertebesine yükseldiğini görebiliriz. Anti-sosyal liderlerin en bilinen örneği olan Hitler’in, Almanya’da anne ve babanın fabrikalarda uzun saatler geçirdiği, bütün bir ulusun baba yoksunluğu çektiği bir dönemde ortaya çıktığı ve ulusun baba özlemini karşıladığı dile getirilmiştir; dediği dedik, otoriter ve evin yüceliğini dile getiren bir baba. Gruplar en ateşli müntesiplerini ödüllendirme eğilimindedirler. Kurnaz anti-sosyaller dava arkadaşlarını ölüme sürer veya banka hortumlarlar. Onlar ellerini kollarını sallayarak dışarıda keyif çatarken, akılsızlar gasp ve cinayetten hapiste yatarlar. Sınıflı toplum, kişilik bozukluğu filan tanımaz.
Sıradan kötülük tırmanıyor. Bu ülkede görmeye alışık olmadığımız oranda şiddet ve kötülük görüyoruz. Vandallık, barbarlık ve zalimlik merhametin topraklarını talan ediyor. Artık kendi hikâyelerimiz emzirmiyor bizi; Hollywood hayal endüstrisi beyin hücrelerimizi işgal ediyor. Sayısız araştırma, ekranlarda görülen şiddetle gerçek hayatta şiddete yönelme arasında bir bağ kuruyor. Oysa yaşadığımız zaman diliminde çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla sokakları gezebilir, insanları ve hayatı tanıyabilirsiniz. Bu düşünce biraz tuhaf görünse de bunu öneriyorum. Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Çarşıları, pazarları, aktarları onlarla dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin.
Her insan kendisine bir yurt arar. İnsan daima sıla özlemi içindedir, sevgi ve şefkati arar. Daüssıla, memleket özlemi kana kana içtiğimiz bir sevgi ve merhamet arayışından başka nedir ki? Çevremizde arsızca yükseldiğini gördüğümüz kural tanımazlık ve zalimlik, ancak şefkatin duvarlarına çarpmakla durdurulabilir. Şefkat evlerimizde, işlerimizde, ilişkilerimizde hükümferma olduğunda, en başta çocuklarımızı layık oldukları gibi sevebilmeyi öğrendiğimizde, onlara “Yıkılma sakın!” diyebiliriz. Ancak layığınca sevilmiş çocuklar bir bıçağın kanatabileceğini, kötü bir sözün can yakabileceğini bilebilir. Ancak kâinatı, yurdunu, insanlarını sevebilen, çocuklarını hayatın seslerine açabilen anne ve babalar, başkasını incitmenin ne büyük bir zillet olduğunu anlatabilir. Çocuklarımıza şefkat, merhamet ve yârenliği öğretmeliyiz. Şefkat ve merhamete dayalı bir eğitim, öteki için de sorumluluk duymayı, ötekinin de ilgi, iyilik ve adaleti hak ettiğini kabullenmeyi beraberinde getirir. Başkasını düşünebilmek, başkasının iyiliğinden kendisini mesul hissetmek çocuklarımıza verebileceğimiz yüce değerlerdir. Şiddet ancak şefkatin kollarında yok olur, ancak merhamet, şiddeti göğsünde eritebilir.
Paylaş
Tavsiye Et