GEÇEN ay Samsun Institute’te yaptığımız senaryo atölyesinin bir kısmının basına sızmasının ardından Amerika’da rahatsızlığa sebep olmuşuz. Özellikle Zeyno Baran’ın Keyfo Varan’ı sağa sola şikayet ettiğini duydum. Yine aldığım duyumlara göre, Dupont Circle civarlarında, yazması ve telaffuzu zor soyisimli Soner Çağaptay da tartışmaların içerisine girmiş. Kıymetli okurlarım bu Çağaptay da nereden çıktı demeyin! Zat-ı âlileri mühim birisi gibi görünmektedir. Zeyno Baran’a haksızlık ettiğime karar vermeme de kendisi vesile oldu. Şöyle ki Hudson’daki toplantıdan önce benzer bir çalışma yapmış ve yayımlamıştı. Yani yalanlanabilecek bir durum yok ortada. Adam açık açık “bu dönemde PKK’lılara karşı ABD’nin bir operasyon yapmasının AKP’nin elini güçlendireceğini” bir raporunda yazdı. Durun sinirlenmeyin, biliyorum, bazılarınız: “Kardeşim ‘Michael Rubin’ler, Daniel Pipes’lar, Alan Makovsky’ler’ gibi hakikileri varken; ne diye sahtesine takılalım?” diyeceksiniz. Aynen katılıyorum. Ama biraz da gülmekten katılıyorum. Malum, bu arkadaş için “sahte Rubin”, “fason Pipes” kadar “Zeyno Baran’ın müzekkeri” diyenler de var. Bu teşbihlerin ne kadarı doğru bilmem, ben sadece söylentileri analiz ediyorum. Çağaptay söylentileri aktarınca “Policy Watch”, “Policy Focus” oluyor da biz söyleyince niye stratejik analiz olmasın? En azından, Çağaptay gibi, Albayrakları karıştırıp, Sadık Albayrak’ı Yeni Şafak’ın sahibi zannedip, AKP üstüne yazı düzmüyoruz!
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği dönemlerde, The Nation dergisi “Yerli Muhbir” başlıklı bir yazı yayımlamıştı. Yazı, Edward Said’in ikinci sınıf akademisyen dediği, V.S. Naipaul’un hayranı, Cengiz Çandar’ın yakın dostu Arap-Siyonist Fuat Acemi’yi anlatıyordu. O gün bu gündür, “yerli muhbir” bu kardeşinizin lügatine girdi. Washington’daki birçok isme bu kavramsallaştırma ile bakmaya çalıştım. Üfff, ortalık yerli muhbir kaynıyordu. TV’ler, üniversiteler, think-tank’ler, elçilikler… Hayır, daha önceleri de, yarı-aydın, yarı-ajan tipleri görmüşlüğümüz çoktu; ama 11 Eylül sonrası yerli muhbir piyasası bir açıldı ki sormayın. Meğerse etraftaki ‘muhbirler’, ‘yerli’ bir meselenin gündeme gelmesini bekliyorlarmış. Mezkur muhbirlerimizin vukûfiyetlerine hayran olmamak elde değil. Laiklik, etnisite, ekonomi, nükleer enerji, doğalgaz, petrol, uluslararası hukuk, sosyoloji, teoloji, antropoloji konularında aynı ismi yazı yazarken, rapor yumurtlarken görmek mümkün. Geçen ayki Hudson kepazeliğinin ardından, “Washington-Türkiye senaryo yumurtalık boru hattı”nın kaynaklarının başında Amerika’daki think-tank’lerin olduğu artık herkesin malumu. İşte bu think-tank’ler arasında oldukça Siyonist olarak kabul gören, danışma kurulunda Richard Perle, Paul Wolfowitz gibi isimlerin olduğu Washington Institute for Near East Policy geliyor. “Yerli muhbirimiz” mezkur kuruluşun Türkiye Araştırmaları Direktörü. Bu başlık altında yapılan çalışmalara bakınca dış politika konusunun üç başlık etrafında iğdiş edildiğini görüyoruz: İslam(cılık), Laiklik ve Alevilik. Bu aslında Türkiye’de de aşina olduğumuz bir düzey. Hatta Özdemir İnce’nin yazılarını İngilizceye çevirirseniz Çağaptay’ın yazılarını okuma imkanı bulabilirsiniz! Yani, Washington Institute fason yerli muhbirlere bu kadar para akıtacağına, tercüme fiyatına, benzer bir hizmeti hakikisinden alabilir.
Yerli muhbirimizin en belirgin ruh hali İslamofobi olsa da, raporlarından asıl acısının Türkiye’nin ABD işgaline ortak olmaması ve Hamas’ın Türkiye’yi ziyaret etmesi olduğu anlaşılıyor. Bu iki ana acı etrafında; Türkiye, İslam, laiklik, TSK gibi konularda dili çalıştığı, beyni sürçtüğü kadar servis yapmaya çalışıyor. İşi gerçekten zor. Neo-con piyasada bu kadar muhbir arz-fazlası varken, belli bir pozisyonu, hem de fason olarak muhafaza etmek her babayiğidin harcı değil elbette.
Özellikle seçim sathı mailinde olduğumuz son üç ay boyunca Çağaptay’ın da Amerika’ya servis yapmak için bayağı ter döktüğünü görüyoruz. Adeta “acil-laik servis” tadında hizmet veriyor. Aman Allah’ım! Türkiye’yi bilmesek, son birkaç yıl içerisinde karaladığı yazılarından, memleketin Müslümanların işgali altında inim inim inleyen Laikler ve Alevilerden mürekkep olduğuna inanacağız! Şimdi bu yerli muhbire söyleyeceğim iki çift lafım var. Anladık acın büyük, tezkere reddinden dolayı kahrolmuşsun. Bunu da doğru bir adrese bağlamışsın. Hatta yazdıkların içindeki tek doğru bu. Irak işgaliyle “stratejik derinliği” ilişkilendirmişsin. Amerika’dan bir ses olarak, işverenin gibi, Türkiye’nin stratejik bir derinlik kazanması sende ciddi beyin sürçmelerine sebep olmuş. Ama bu kadar kin ve nefret kusmanı, işçi-işveren denkleminde açıklamak zor. Sende daha farklı bir şey var. Adeta AKP, İslam, Türkiye hakkında yazarken Siyonist bir metafizik gerilim içerisine girdiğini gördüm. Bununla da yetinmemişsin. “Türk dış politikası”nı yazdığın kağıt israfı bol raporda 7 sayfa boyunca 7. sınıf Alevilik analizleri yapmışsın. Ben konuyla alakasını kurmakta ve raporun girişinde tam sayfa Türkiye’de Alevilerin haritasını, ekler kısmına da Alevi istatistiklerini koymanı anlamakta zorlandım. Nedir ana fikrin senin? Emre Kongar bile senden daha anlaşılabilir. Bakma böyle yazdığıma, Kongar’ı sollamak hanene artı olarak yazılır birçok cenahta. Ama çok özetle ana fikrin şu: “Türkiye Müslüman bir memleket olarak, Batı yanlısı politikalar izlemekten uzaklaşıyor. ABD Türkiye’de kimlerle iş tutsun ki bu süreç tersine dönsün?” Bu mudur? Budur! Benim de anlamadığım yer budur. Bu müthiş analiz için sana ne gerek var. Al Ertuğrul Özkök’ü, biraz Cüneyt Ülsever kat, Cüneyt Zapsu’dan az danışmanlık al, Bekir Coşkun’un ferasetinden faydalan, Emin Çölaşan’ın araştırmacılığından, Ahmet Hakan’ın iki-mahalle tecrübesinden, üstüne biraz Cengiz Çandar’la sosla, Serdar Turgut’un Yahudi sevgisiyle süsle ve servis yap. Hepsi bu değil mi? Ne oldu, ne çıktı ortaya? Sakın Fuat Acemi deyip beni de telef etme!
Ey Washington’daki bünyelerinde buharlaşmayacak hiçbir katılık kalmamış yerli muhbirler! Keser döner sap döner; gün olur hesap döner. Dragomanlık yaparak hayatınızı kazanmanıza sadece acıyoruz. Dragoman, yani tercüman, İbranice melitz gibi Tekvin’de, “arabulucu veya avukat, hatta elçi anlamına geliyor.” Aynı kelime Arapçada terjuman ve Türkçede dragoman olarak var. Osmanlı dragomanı, İmparatorluk’ta ticaret yapan ya da seyahat eden Avrupalılar için aracı ve iş bitiriciye denirdi. Osmanlılar, çocukları Osmanlı dışında okuyup Avrupa dillerini öğrenmiş olan Yahudileri ve sonra da Hıristiyanları bu vazife için kullanırlardı. Çağaptay, tıpkı “Babil’den Dragomanlara” kitabının müellifi Bernard Lewis gibi kendisini ABD-Türkiye arasındaki bir dragoman olarak görüyor olabilir. Fakat dragomanlar genellikle patronlarının duymak istediklerinin lehine sahih bir tercüme yaptıklarına dair yalan yere yemin ederler. Ve takas-değerinden öte kıymeti olmayanlar, işler kızıştığında patronların ilk harcadıkları olurlar.
Paylaş
Tavsiye Et