BU memlekette başörtüsü düşmanlığının ve İslamofobinin büyük oranda sınıfsal endişelerle ortaya çıktığı, beyni sürçmeden konuşabilenlerden derin sosyolojik analiz yapanlara kadar geniş bir kitlenin ortak kabulü. Benzer bir akıl tutulmasının AKP düşmanlığı için de geçerli olduğunu söylemek mümkün.
Bunu nereden mi biliyoruz? Elbette Beyaz Türklerin AKP’nin ülkenin ekonomisini, idari yönetimini tanzim etmesinden duydukları memnuniyeti ilan etmelerinden. AKP, Beyaz Türklerin gözünde sahibi oldukları şirketin idari işler müdüründen farksızdır. Bütün gerilim AKP’nin yönetim kurulu masasına oturmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Lakin Beyaz Türkler “tarla zenciliğinden, ev zenciliğine” terfi ettirdiklerini düşündükleri AKP’nin, “terfi meselesi”ni fazla ciddiye aldığını hissetmeye başladılar. Dananın kuyruğu da burada kopuyor. Kopan kuyruk Cüneyt Ülsever’e şöyle malzeme olmuş: “Sayın Gül eğer seçilirseniz; Köşk’e çıkacağınız gün Hayrünisa Gül Hanımefendi başını türban şeklinde değil de, belki de saygın bir modacının da yardımı ile, modernize edilmiş klasik başörtü şeklinde bağlamaya başlarsa; değil Türkiye’yi, dünyayı durdurursunuz. Hayrünisa Hanım’ın bu tavrı dinimize katiyen ters düşmeyeceği gibi benim gibi insanlardan hayır duası almasına da vesile olur.”
Ne kadar içten, ne kadar yürekten bir çağrı değil mi? İsmini bile doğru yazamadığı bir kişiden, memleketin geleceğini tehlikeye atmaması için duyarlı ama bir o kadar da mucizevi bir adım atmasını istiyor. Bu ‘anlayışlı’ talebi derinlemesine irdelemeye çalışmak oldukça müşkülatlı bir iş. Öyle ki manik bir durumla karşı karşıyayız. Hoş, Fanon bunu yıllar önce Cezayir’de Fransız katliamlarıyla inşa edilen kolonyal dünya için tespit etmişti. Neredeyse aynı tespit bizim Beyaz Türklerimiz ve yerli gâvurlarımız için de cuk diye oturuyor. Cüneyt biraz daha zorlasa diğer Cüneyt, yani Arkın’ın Dünya’yı Kurtaran Adam’daki “Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhunla yaşa, o zaman toprak altında da nefes alabilirsin” ifadesi tadında bir metafizik gerilim içerisine bile girebilirdi. Dile kolay, başörtünün şeklini değiştiriyorsun, dünya duruyor! Gel de bu çıkışa manik deme!
Fanon bu manik dünyayı “işgalciler ve yerliler” tenakuzu içerisinde açıklamaya çalışmıştı. Bu çelişkiyi Türkiye örneğinde (ev) sahipleri ve misafirler şeklinde kurgulamak mümkün. Ev sahiplerinin mülkiyet iddiasının hiçbir mesnedi yok. Ev sahibi olduklarını ispatlamak ve hatırlatmak için tek yaptıkları milleti misafir havasına sokmaktan ibaret. Bugüne kadar milletin yetki verdiği temsilcileri bu numarayı her seferinde yediler. AKP’nin gerek ülkeyi gerekse de kendisini hayra alamet bir istikamete yöneltebilmesinin yolu da bu imtihandan başarıyla çıkmasından geçiyor. Bu meyanda Başbakan’ın “Buyurun kapı orada” çıkışları, ev sahibi olduğunu düşünenleri çılgına çevirmiş durumda. AKP bu çıkışın altını tarih, siyaset ve gelecek vizyonuyla doldurabildiği ölçüde ayakta kalabilecek, memleketin normalleşmesini sağlayabilecektir. AKP başörtüsü travmasını yaşayan değil, yöneten olduğu sürece girdiği imtihandan başarıyla çıkacaktır.
Ev sahiplerindeki manik depresyonun peak (zirve) hali ise resepsiyon krizleri şeklinde tezahür ediyor. Resepsiyon krizleri, dedeleri İngiliz muhipleri cemiyetini kuranların torunları tarafından memlekete hediye edilmiş krizlerdir. Resepsiyonlar, bürokratik elitin biraderler mevzisi şeklinde inşa ettiği, 19. yüzyıl artığı, pozitivist, ilkel, toplumsallaşma ritüelleridir. Ev sahiplerinin baş başa kalabildikleri yegane saatler burada mümkün olur. Orada bütün sınıfsal farklılıklar, kendilerine benzemeyenler kapı dışarısında bırakılarak ortadan kaldırılır. Her türlü gerici sarhoşluğundan arındırılmış kutsal badeden yudumlar ardı sıra giderken, ismi konulmamış bir zevk etrafında karşı devrim tehdidini bertaraf etmek için yekvücut olan anakronik azınlık bir araya gelir. Kirletilemeyen kutsal ama profan mekanda bulunmanın verdiği öz güven ile kendilerini var eden iradeye şükranlarını sunarlar.
Bazıları oynanan tiyatronun farkındadır. Gel gör ki sanata duydukları derin saygıdan “Kral çıplak” diyemezler. Bir kısmı yaşadığı ilkelliği hissetmekte ama toplam altı kelimeden oluşan lügati, özünün bu olmadığını haykırmasına gerçekten yetmemektedir. Diğer bir kısmı ise resepsiyonun muhafaza ettiği ekonomi-politiğin nimetleri karşısında ruhunu teslim eder. Resepsiyonlarda bile ev sahibi-misafir ayırımı vardır. Hatta resepsiyona katılanların neredeyse hiç birisi hakiki ev sahibini göremez, ritüeli ilk icat edeni ve sürdüreni fark edemez. İş bu resepsiyonlarda kılık kıyafet başa bela bir hal alır. Oldukça masonik, hatta kabalist bir hassasiyet derecesinde kılık kıyafete ehemmiyet verilir. Kıyafet kodunun dışına çıkmak, ritüeli kurgulayanların kabul edemeyeceği birer krize dönüşüverir. Kriz psikolojik bir eşiktir. Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek maddeleri gibi, resepsiyon krizine sebep olan psikolojik marazların tedavisi teklif dahi edilemez. Çünkü psikolojik eşikler ideolojik örgülerinin yegane malzemesidir. Malzeme telef edilmez. Danıştay Başkanı Çörtoğlu’nun buyurduğu gibi “irtica vardır, var olmaya da devam edecektir!”
Yaşanan krizin ana sembolü başörtüsüdür. Buna boynuna astığı sofra bezi ile 18. yüzyıldan koparılıp getirilmiş bir İngiliz banka memurunu andıran keçi sakallı Emre Kongar “sıkma baş”, Başbakan’ın “çek-git” dediği ama Kuzey Kıbrıs’tan başka dünyanın hiçbir yerinde liyakatiyle karnını bile doyuramayacak olan Bekir Coşkun “şeriat örtüsü” der. Biz de yıllarca saf saf benzer isimlerin bu konuda zırvaladığını düşünür dururduk. Ne zaman ki Ülsever başörtüsünün dünyayı bile durduracak kerameti olduğunu ilan etti, haksızlığımızı fark ettik. Meğer olay çok farklı imiş. Dünyayı bile durduracak mahiyete sahip bir gücün sahiplerinden, dünyayı takriben 100 yıl geriden takip edenleri bu denli manik depresif bir siyasal teolojiye sokması elbette her insaf sahibinin kabul edeceği bir hakikat olacaktır.
Devletimizi resepsiyon cumhuriyetine, cumhuriyetimizi manik bir devlete, başörtüsünü dünyayı durduracak bir erke dönergecine dönüştürmeyi başaran bu taşeron sömürgecilerden milletimize gına gelmiş durumdadır. Tam bu noktada, Ülsever gibi biz de, Hayrunnisa Hanım’dan, başörtüsüne bir ilmik numarası çekip, “başörtülerin efendisi” makamıyla dünyayı takriben 100 yıl durdurmasını rica ediyoruz. Ancak o zaman, beyincikle idare eden “akbudun Türklerimiz” dünyayı yakalama imkanı bulabilecekler. Lütfen bunu yapınız. Bunun dinimizce hiçbir sakıncası olmadığı gibi, biz karabudun Türkleri de kurtaracak olan tek reçete olduğunu lütfen görünüz. Daha fazla ülkeyi ve dünyayı germeyiniz, başörtünüzü geriniz!
Paylaş
Tavsiye Et