“BUGÜN Anayasa Mahkemesi biziz. 22 Temmuz’da biz de kararımızı açıklayacağız.” Seçimlerden iki hafta önce hangi partiye oy vereceğini sorduğum bir işçi emeklisi böyle söylüyordu. Kırgın ve öfkeliydi, bir o kadar da kendinden emin. Ama yalnız değildi. Bugün seçim sonuçları karşısında “şoke olan” muhalefet liderleri, eğer Çankaya ve Güniz Sokak’tan aşağılara inip Abidinpaşa veya Tuzluçayır’ı dolaşacak olsalardı, bu ruh halinin sadece o işçi emeklisine özgü olmadığını göreceklerdi.
Toplumun Anayasa Mahkemesi’nin hukuka aykırı 367 kararına, 27 Nisan e-muhtırasına ve milletin seçtiklerine sürekli haddini bildiren “devletin kurumları”na duyduğu tepkinin boyutlarını anlamayanlar, AK Parti’nin 22 Temmuz’da kazandığı ezici zafer karşısında şaşırıp kaldılar.
CHP’den Onur Öymen, AKP’nin sıkıntı çeken toplumun geniş kesimlerinden oy almasının rasyonel olmayan bazı sebepleri olduğunu belirterek, “Eğer siz sıkıntı çekmenize, açlık çekmenize, her gün hükümeti eleştirmenize rağmen, gidip iktidar partisine oy veriyorsanız, bu işte mantıkla açıklanmayacak bir şey var demektir” dedi. CHP geleneğini göz önüne aldığımızda, şaşırtıcı bir tepki değil bu. Muhtemelen daha samimi bir sohbette başka bazıları, aslında bütün sorunun çok partili hayata erken geçilmesinden kaynaklandığını, halkın “henüz reşit olmadığı”nı, doğruyu görecek olgunluğa ulaşamadığı için “kendi haline bırakılmaması” gerektiğini, “bir süre daha” (tabii ucu açık bir süre veya örneğin iki yüz yıl kadar) “eğitilmesinin şart olduğu”nu da ekleyebilirler.
CHP’lilerin bu türden anti-demokratik, vesayetçi veya elitist yaklaşımları, elbette sadece yanlış bir akıl yürütmenin veya jakobenizmden etkilenmelerinin sonucu değil. Bu partinin dayandığı -esas olarak “has yurttaşlar”dan oluşan- sosyo-ekonomik tabanın çıkarları, geniş kitlelerin siyasete katılmasını ve sıradan vatandaşın da ülke yönetiminde belirleyici hale gelmesini hoş karşılamamalarını önemli ölçüde açıklıyor.
CHP yöneticilerinin sosyal piramidin alt ve orta sınıflarını oluşturan çoğunluk vatandaşlardan, yani “halktan kopuk” olmaları dolayısıyla, halkın tercihlerinin sandığa nasıl yansıyacağını anlayamamaları normal görülebilir. Ama hem piramidin altındaki “daha az has yurttaşlar”a dayanıp, onlardan Meclis’e girecek kadar oy alıp hem de sonuçlara şaşırmak, en azından anormal veya ilginçtir. MHP lideri Bahçeli’nin, “AKP’nin bu kadar hata, bu kadar yanlışına rağmen oylarını bu kadar artırması hayret edilecek bir durum. Nasıl oluyor, anlamakta zorluk çekiyorum. Çünkü gerçekten birçok önemli hata ve yanlış yaptılar. Halkın bunu anlamamış olması hayret edilecek bir şey” şeklindeki sözleri, bu anlamda en azından ‘anormal’ bir durumu ifade ediyor. Ancak bu ifade, seçim sürecinde “Müesses Nizam”ın gözde partisi haline gelen MHP’nin işlevini sorgulamayı da gerektiriyor.
Ekonomik ve siyasi işlevi bakımından, piramidin altından oy alan, ama piramidin üstündeki dar bir zümrenin çıkarlarını savunan bir parti MHP. Başka bir ifadeyle, yoksul tabana ayrıcalıklı zenginlerin çıkarlarını savundurtan bir parti. Özellikle Refah-Yol koalisyonunun yıkılmasını isteyen güçlerin Türkeş’in bilgeliğini keşfettiği günden beri MHP, sadece “çevre”den gelen hükümetlerin tabanını aşındırmak için değil, “ideolojik merkez”i ve devlet partisini takviye etmek için de kullanılıyor. 22 Temmuz seçimleri öncesi MHP’nin göklere çıkarılmasını, CHP’den aldığı övgü dolu mesajları, Cumhuriyet gazetesinde yer alan “CHP=MHP” ilanlarını ve kıdemli militarist bazı gazetecilerin sempati dolu yorumlarını, Bahçeli’yi azizler mertebesine çıkaran ‘belgesel’leri ve burada isimlerini anamayacağımız pek çok çevrenin ‘katkı’larını da böyle açıklayabiliriz.
Ancak ülkenin seçim sürecine girdiği bir dönemde barajı aşması için MHP’ye en dramatik destek, birbirine karşıt görünen güçlerden geldi. Ocak-Nisan dönemindeki nispi sükunet, seçim sürecine girildiği Nisan’dan itibaren ciddi bir biçimde bozuldu. Aniden mayınlar patlamaya ve askerler ölmeye başladı. Meselenin insani trajedi tarafını bir an için göz ardı etsek bile, bu saldırıların pratikteki anlamı açıktı: Patlayan her mayın ve Anadolu’nun her yanına gönderilen asker cenazeleri, etnik öfkeyi körüklüyor, toplumsal tepkiyi “aciz hükümet”e yöneltiyordu. Genelkurmay Başkanı’nın “Irak’a askerî müdahale” isteği de bu süreçte geldi. Hükümetin, her sorumlu hükümetin yapması gerekeni yapıp müdahaleye yanaşmaması, her gün gelen mayın saldırılarının kurbanlarıyla birleşince, ortaya ‘aciz’, hatta ‘gafil’ bir hükümet ve her kurbanla birlikte MHP’ye giden on binlerce oy çıktı. Bu tabloya bir de Barzani’nin “PKK ile savaşamayacakları”na ilişkin açıklamaları eklenince, çizilen acizlik imajının zirvesine ulaşıldı (Barzani’nin işgalci ABD’ye rağmen böyle konuşamayacağını ileri sürenler haklıysa, ABD’nin bu süreçte dolaylı olarak kimi desteklemiş olduğu da anlaşılabilir). Hâlâ fikir değiştirmeyenler de seçimden önceki son iki gün içinde Leyla Zana’nın eyalet sistemi ve Kürdistan Eyaleti önerisini duydular.
Bütün bu ‘çabalar’ semeresini verdi ve MHP barajı rahatça geçerek Meclis’e girdi. O günlerde Mahir Kaynak, seçimden hemen sonra saldırıların kesileceğini öngörmüştü ve bu öngörü doğru çıktı.
Öyle veya böyle, bugün AK Parti ve CHP’nin yanı sıra MHP’nin ve DTP’li bağımsızların da içinde yer aldığı bir Meclis kompozisyonu oluştu. DTP, anti-demokratik ve adaletsiz olduğu tartışılmaz olan astronomik barajı, bağımsız adaylar formülüyle aşarak Meclis’e 23 milletvekili göndermeyi başardı. Ancak oy oranındaki düşüş göz önüne alındığında bunu büyük bir başarı saymak kolay değil. DTP’nin yukarıda dile getirilen şiddet ortamında gerekli tavrı ortaya koyamayışı, parti olarak Türkiye’deki sağ ve sol milliyetçi dayanışmaya karşı sivil ve demokrat siyasi alternatifi temsil etmeye yakın en güçlü aktörün AK Parti olarak belirginleşmesi ve Kürt sorununun çözümü konusunda 2005’ten sonra ciddi bir adım atamamış olmasına rağmen hükümetin Irak’a müdahale konusunda savaş çığırtkanlarına karşı sağlam durmayı başarmış olması gibi sebepler, Kürt oylarının AK Parti’ye blok olarak akmasını sağladı.
Bu sürece nasıl gelinmiş olursa olsun, demokrasiyi ve barışı önemseyen herkesin sorumluluk duygusuyla hareket etmesini gerektiren bir durum bu. Ancak en büyük sorumluluk, AK Partili çoğunluğa ve onun oluşturacağı hükümete düşüyor. Açıktır ki yeni dönemde Meclis, bir yanda CHP ile MHP’nin, diğer yanda AK Parti ve bağımsızların yer aldığı iki ana eksen arasında şekillenecektir. AK Parti, DTP ile yan yana durmaktan kaçınmak istese bile (ki bunu yapmaya çalışması hatadır), sonuçta demokratikleşmeye ilişkin bütün adımlarda dayanışmak durumunda olabilecektir. Bu süreçte Erdoğan hükümeti, bazı çevrelerin beklediği gibi milliyetçileşme eğilimine girip DTP’yi dışlayıcı bir siyasa izlemeye kalkışacak olursa, bundan hem demokratikleşme süreci hem de kendisi zarar görecektir.
AK Parti, DTP’li milletvekillerine CHP’nin kendisine ettiği muameleyi reva görmemeli, onların da halkın seçerek Meclis’e gönderdiği meşru temsilciler olduklarını unutmamalıdır. Bu anlamda DTP’li vekiller, AK Parti’nin demokrasi testi olacaktır. Onların, ayrılıkçı tezler dahil, en ‘aykırı’ fikirleri dile getirmeleri durumunda dahi, ifade hürriyeti çerçevesinde haklarını savunmalı ve kürsü dokunulmazlıklarına zarar gelmemesini sağlamalıdır. Bu hem ahlaki bir zorunluluktur, hem de bazen birkaç oyun dahi hayati öneme sahip olabildiğini gösteren cumhurbaşkanlığı oylamasında yaşananlar göz önüne alınacak olursa, stratejik bir gerekliliktir.
Eğer AK Parti, içindeki Cemil Çiçek’in değil, demokrasinin sesini dinlemeyi başarırsa, MHP’li ve DTP’li Meclis, korkulanın aksine adalete ve barışa hizmet eder. Yeter ki bürokratik kötürümleşmeye uğramadan, milliyetçi tepkiselliklere savrulmadan durabilsin ve reformlara yeniden başlayabilsin.
Paylaş
Tavsiye Et