BU yazıyı 26 Ağustos Pazar günü yazmaya başladım. Gazetelerin başlıkları kadar köşe yazıları da çoğunlukla Salı gününe odaklıydı. Vatan’dan Okay Gönensin “Son Üç Gün” başlığını atarak, bütün bir ‘cephe’nin hissiyatına tercüman oluyordu: “Üç gün sonra, ‘Türkiye’de asla olmaz, olamaz’ denilen bir olay gerçekleşecek; eşinin başı kapalı bir siyasetçi, siyasal İslam kökenli bir siyasetçi Cumhurbaşkanı koltuğuna oturacak.”
Gönensin’e göre, artık Türkiye’de üç cephe var: 1. Ülke elden gitti diyenler. 2. Çankaya’yı fethettik diyenler. 3. Yeni durumu toplumsal gelişme ve barış için fırsat sayanlar. “Şu anda en yüksek ses birinci gruptan çıkıyor. İkinci grup sessiz ve sütre gerisinde bekliyor. Üçüncü grubunsa sesi işitilmiyor.”
Gönensin’in tasnifi gerçekliğe uygun gözüküyor. Dilerseniz “Ülke elden gidiyor” diyenlere topyekün CHP, fetih zihniyetlilere AKP, üçüncü gruba da ÖC (ötekilerin cephesi) diyelim. Pazar gününün Akşam gazetesi ilk iki cephenin psikolojik durumunu sosyolog Yılmaz Esmer’in ciddi saha araştırmasıyla nefis özetlemişti: “AK Partililer mutlu, CHPliler depresyonda.” Gerçekten öyle; çünkü ancak depresyon geçiren bir topluluk Çankaya’yı “son kale” diye nitelendirip, ümitsiz bir Bizans vakanüvisi edasıyla “kale düştü” diyebilirdi.
Yılmaz Esmer, yönettiği kapsamlı araştırmada seçmenlere “Mayo giymek günah mı?” diye soruyor. AKP seçmeninin %83’ü, MHP seçmeninin ise %63’ü EVET diyor. Dikkat edelim; bu insanların hiç değilse bir kısmı büyük ihtimalle mayo giyiyordur. Fakat, giyseler bile “günah” sayıyorlar. CHP zihniyetliler bunu hemen çağdışılık veya gericilik diye yaftalar, böylece rahat bir nefes alırlar. Oysa bilimden zerre kadar nasibi olanların, önce şunu sormaları gerekmez mi: “Bilimin, uygarlığın şu kadar ‘ilerlediğini’ söylüyoruz ama, yine de dünyanın birçok yerinde insanlar giderek ‘dindarlaşıyor’. Türkiye’deki gelişmeler ise aklımızın sınırlarını zorluyor. Acaba bunun tarihî, sosyolojik, psikolojik sebepleri nelerdir? Niçin insanlar bizi fıtık edecek derecede dindar davranıyorlar?”
Türk Dindarlığının Siyasi Meşruiyeti
Ne dünyada ne de Türkiye’de dindarlaşmanın psiko-sosyolojik arka planını irdeleyebilecek hazırlığımız var. Günümüzdeki tartışma ‘iktidar’ kavramı çevresinde yürütüldüğünden, sadece din/yönetim ilişkilerinin tarihî arka planını biraz deşmekle yetineceğiz. Kılavuzumuz, Türk demokrasisinin (Türkçe ve İngilizce) ‘kitabını’ yazan adam, Kemal Karpat.
Türk Demokrasi Tarihi, önce 1959 yılında ABD’de, sonra 1967 yılında Türkiye’de yayımlandı. Karpat, kitabının girişinde Okay Gönensin’i doğrular gibidir. Türkiye’nin siyasi değişimini belirleyen ve bu değişmede üstün rol oynayan iç etken, iki grup arasındaki mücadeledir, diyor: Dinci-muhafazakârlar ve yenilikçi-lâyikçiler. “Bu ikisi arasında bir üçüncü cereyan vardı ki, bunun temsilcileri Cumhuriyet devrinde meydana gelen yeni bir gruptu. Bunlar meselelerin pek çoğunda ‘telifçiliğe’ taraftardılar.” (Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul: İstanbul Matbaası, 1967, s.2-3.)
Dinin Türk yönetici sınıfı bakımından anlam ve önemini şöyle özetliyor Karpat: “Türkler 10. yüzyılda Müslüman oldular ve bu yeni dinle beraber cihadı da kabul ettiler. İslâm âlemini Batıya doğru genişletme işini, yeni ve sürekli bir gayretle, Araplar bu işten vazgeçtikten yüz yıllarca sonra tekrar ele aldılar. İslamiyet Türk devletine bir maksat ve mâna vermiş oldu, ama aynı zamanda Türklerin millî özelliklerini kendi potası içinde karıştırdığından ‘Türk’ ve ‘Müslüman’ aynı manaya gelir oldu.” (Karpat, s.9)
Günümüzün “yenilikçi-lâyikçileri” sayabileceğimiz CHP cephesinin anlamadığı, anlayamadığı ve anlamamakta ayak direttiği husus işte budur: “İslamiyet, Türk devletine bir maksat ve anlam verdi; Türk ile Müslüman aynı anlama gelir oldu.” Geçen ayki ANLAYIŞ söyleşisinde, Türk milletinin “arifâne direndiğini” belirtmiştim. Parlamaz, fakat asla vazgeçmez. Uzun vadeli ‘stratejik’ düşünceyle direnir; direncini zamana yayar. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı, işte böyle, yüz yıllık bir direnişin ürünüdür.
Yenilikçi-Lâyikliğin Anormalliği
Türk milletinin yüz yıldır neye direne geldiğini kavramak, millet-devlet sistemimizin geleceği bakımından “fevkalâde büyük” bir önem taşımaktadır. Yüzyıl kadar önce, yenilikçi-lâyikçilik bugünkü gibi anormal, ucube bir yaklaşım değildi. “Mülkü elde tutmanın” birkaç alternatifinden biriydi ve yenilikçilerin bir kısmı da samimi Müslümanlar idi. Müslümanlar dahil topyekün Şark dünyası, kapitalist/emperyalist Batı karşısında dize gelmişti. Çöküşü hazırlayan faktörlerden birinin, belki en önemlisinin bizzat Müslümanlığımız olduğunu düşünmek çok da anlamsız sayılmazdı.
Yenilikçi-lâyikçi fikirlerin en fazla taraftar bulduğu iki kesim, gazetecilerle subaylardı. Bugünkü dille söylersek, ordu ile medya. Klasik ulemanın karşısına dikilen bu yeni gazeteci tipine topyekün ‘aydınlar’ diyebiliriz. Kemal Karpat’ın ifadesiyle, 1908 müdahalesiyle, “aydınlar nihayet Sultanı altetmişlerdi ve ordu, sadece askerî ve teknik alanda değil, fakat siyasî alandaki yenileşme hamlesinde de baş rolü oynamıştı.”
İtiraf etmenin zamanıdır: Benim kuşağımın Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerine bakışını biçimlendiren Necip Fazıl’dır. Onun kitap ve konferansları sayesinde bütün 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başı düşünürlerinin birer “sahte kahraman” olduklarını ‘keşfetmiştik.’ Bu keşfin büsbütün yanlış veya yararsız olduğunu bugün de söyleyemeyiz. Fakat ciddi ölçüde haksız ve ufuk karartıcı olduğu da aşikârdır. Daha doğrusu, muhataplarını anlamaya çalışmak yerine, onları karalamaya ve küçültmeye çalışan bir taşlamacıydı Üstat. Necip Fazılcılık, onu bıraktığı yerden devam ettirmek değil; kavrayamadığı veya kasdı mahsusa ile çarpıttığı hususları düzelterek yola koyulmak olmalıdır.
Muhafazakârlar İslam, yenilikçiler İrfan, Türkçüler Turan peşindeydiler. Necip Fazıl’ın ithamlarının aksine, bunların birçoğu son derece samimi insanlardı. Herkes kendi fikrince bir “çıkış yolu” arıyordu. Birkaç etkisiz istisna ile, hepsi temelde mümin idiler. “Batıcılar, birbirlerinden farklı derecelerde, dinciliği meslek edinmiş zevata muhalif olmakla beraber, inanç kaynağı olarak Müslümanlığa ve onun evrensel değerlerine inanıyorlardı. Osmanlılığı ise, hem çeşitli milletlerden meydana gelme bir devletin birliğini sağlayacak ana bir prensip olarak, hem de İmparatorluğun temeli ve kuvvet kaynağı olan İslamiyeti mantıken tamamlayan bir unsur olarak kabul ediyorlardı.” (Karpat, s.25.)
Türkçüler “Türk millî özelliklerine göre düzenlenmiş ve Türklerin hâkim durumda oldukları merkeziyetçi bir Osmanlı devleti meydana getirmek” peşindeydiler. Jön Türkler 1908’den sonra İmparatorluk yönetiminde giderek söz sahibi oldular ve bu siyaseti “nüfusunun çoğunluğu Hıristiyan olan Balkanlarda ve Müslüman azınlıkların oturduğu Arnavutluk ile Yakın Doğu topraklarında zor kullanarak uyguladılar.” Sonuç, Arnavut ve Arap isyanları oldu. Balkan Harbi neticesinde, Osmanlılar hem savaşı hem de Balkanlardaki topraklarının büyük kısmını kaybettiler. Buna rağmen, Türkçülerimiz rotalarından şaşmadı. “İmparatorluktaki Müslüman azınlıkları Türkleştirmek ve sınırlar dışındaki bütün Türkleri ‘Turancılık’ idealine göre tek bir ülke halinde birleştirmek gayretlerini hızlandırdılar. Kuvvet kullanarak toplulukları ana dilinden mahrum etmeye kalkışmak, kültürün mânasını takdir edemeyecek kadar geri bir hareketti.” (Karpat, s.27.)
Buna rağmen, kurulacak yeni Türk devletine egemen olan, ne yenilikçiler oldu ne de muhafazakârlar. Kendilerini yenilikçi bir bakış açısıyla yeniden tanımlayan Türkçüler, Osmanlı sonrasının yönetici sınıfı haline geldiler. Birinci Dünya Savaşı “İslamcıları siyasal bir kuvvet olarak ortadan kaldırmış, Batıcıların da iki esas fikrini, Osmanlılığı ve dinin İmparatorluğun temeli olduğu fikrini çürüterek onları da zayıflatmıştı. Garpçıların yenileşme konusundaki pratik fikirleri de milliyetçiliğe katılarak kısmen uygulamasına bile geçilmişti.” (s.31.)
Kemal Karpat, devleti kurtarmayı ve yeniden kurmayı amaçlayan bu “üç tarz-ı siyaset”e dair değerlendirmesini ilginç bir tesbitle noktalıyor: “Jön Türkler, en büyük başarısızlığa uğradıkları alanda en büyük hizmeti gördüler: Hürriyet mücadelesinde. Onların çok partili, liberal demokrasi anlayışı daha sonraki kuşaklara da geçti. İttihat ve Terakki’nin iktidara geçişinin ilk altı ayında bu sahada kendini gösteren hürriyet, halkın hafızasına yerleşti; daha sonraki hürriyet ve demokrasi mücadelelerinin ilham kaynağı oldu.” (s.33.)
İşte Türk milleti yüz şu kadar yıldır “hafızasına yerleşen” hürriyeti, hem kendinin hem devletinin bekası için elzem sayıyor. Biliyor ki, tarihin bu uğrağında, büyük bir millet ne kadar hür ise, o kadar başı dik ve ‘gelişmiş’ oluyor.
Tek Yol Zihniyetinin Sonu
Başa dönersek; bugün de yüz yıl önce olduğu gibi, başlıca üç cephemiz var. Fakat eskiden var olup şimdi olmayan üç şeyden de söz etmeliyiz: Samimiyet, ciddiyet ve marifet. Yüzyıl öncekiler samimiyetle “mülkü kurtarmaya” çalışıyordular; şimdikiler milli iradenin tecellisi karşısında “son kale de düştü” telaşındalar. “Ülke elden gidiyor”cularımız ciddiyetsizlik ve marifetsizliğin de zirvesindeler: Hem Avrupa-merkezci bir düşünme ve yaşam biçimini TEK YOL olarak dayatıyor, hem muhataplarını Avrupacı ve Amerikancı olmakla suçluyorlar. Sanki kendilerinin sunduğu yerli bir alternatif varmış gibi!
Son seçim propagandaları gösterdi ki, ulusalcılarımız da, milliyetçilerimiz de hâlâ Karpat’ın işaret ettiği “kültürün mânasını takdir edemeyecek kadar geri bir hareketi” temsil ediyorlar. Balkanları da, Ortadoğu’yu da kaybetmemize yol açan ve temelden ‘Batılı’ olan bu zihniyeti ‘ilericilik’ etiketiyle yaşatmaya çalışmak, mülkü daha küçük parçalara bölmekten başka bir sonuç vermez.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı, devletin milletle imtihanıdır. Millet, devletine hükmedegelen zümrelerin bütün samimiyetsizlik, ciddiyetsizlik ve marifetsizliklerine rağmen, devletine yüz yıl tahammül etti. Devlet, milletine yedi yıl tahammül etse, ülkenin her yanında güller açtığını görecektir. Mesele AKP veya Abdullah Gül’ün iktidarı değil, Türk Milleti’nin yüz yıllık hürriyet ve varolma mücadelesidir.
Paylaş
Tavsiye Et