İSTER siyasî, ister dinî, isterse felsefe-bilim tarihi olsun, genel olarak tarih bize, iktidar paylaşımına konu olmayan hiçbir insanî eylemin bütünü belirleyecek, tarihe yön verecek bir biçimde gelişmediğini, ilerlemediğini gösteriyor. İktidar, toplumun ürettiği siyasî, dinî, ilmî ve ticarî artı-değerin kontrolü, yönlendirilmesi, kısaca, paylaşımı olarak görülürse, çatışmanın paylaşımın doğal sonucu olduğu açıkça tespit edilir. İktidar paylaşımına, dolayısıyla çatışmasına konu olmak, hiç şüphesiz, toplumun tüm katmanlarında ve her bir katmanın tüm faaliyetlerinde gözlemlenebilen bir olgudur. En geniş anlamıyla hayata tutunmak isteyen bir birey, doğal olarak paylaşımın içinde yer alır, pay almak için de çatışır. Ancak paylaşımın üst basamaklarında, başka bir deyişle toplumun ürettiği artı-değerin yoğunlaştığı siyasî paylaşımda çatışma daha şiddetli olur. Çünkü siyasî artı-değer, çok değişik nedenlerle tarihî gelişim içerisinde diğer artı-değerleri yönlendiren bir konum kazandığı için daha fazla güç üretir. Güç tecezzi (bölünme) kabul etmediğinden siyasî iktidar sahipleri paylaşımda daha dikkatlidirler; bu nedenle siyasî iktidara talip yeni adaylarla çatışma, giderek kan dökme, birbirinin varlığına kast etme biçimini kazanır.
Şimdiye değin söylenenlere felsefe-bilim tarihinden bir iki örnek verelim: İslâm Medeniyeti’nde felsefe-bilim hayatının başlangıçtaki muharrik gücü, devletin muhasebe ve kâtip sınıfıydı. Emevîler’in ilk dönemlerinde bu sınıfı elinde tutan İranlı, Hıristiyan ve Yahudî elitler, Müslüman Arapların sızmaması için kâtiplik mesleğinin ilmî ve amelî seviyesini sürekli artırmak zorunda kalıyorlardı. Bu da onları yeni bilgi arayışına itiyor; kadim kültürlerin metinlerini gündemlerine almaya zorluyordu. Nitekim, devlet bu sınıfın dilinin Arapçalaştırılmasını istediğinde gayrimüslim elitler, bu iş için görevlendirilen Müslüman Arap bürokrata, “Arapça bu işe uygun değildir” biçiminde rapor vermesi için büyük miktarda rüşvet teklif etmişlerdi. Her şeye karşın süreç başlayınca, Müslüman Araplar muhasebe ve kâtip sınıfının yerlerini ele geçirmiş; bu da gayrimüslim elitleri yüksek seviyede entelektüel üretime zorlamıştır. Abbasîlerin ilk dönemlerinde başlayan tercüme hareketleri gayrimüslim elitlerin yüksek bir kültürle tekrar geri dönüşünü gösterir. Nitekim hem tercümeleri yaptırtan insanların bürokrat olmaları, hem de tercümelerde kullanılan teknik dilin gelişmişliği böyle bir sürece işaret eder.
Benzer bir durum Selçukluların İslâm Medeniyeti’ne girmesiyle de yaşanır; Selçuklu Devleti’nin bürokrasisini elinde tutan Farisî sınıfa karşı kurdukları devlette yer edinmek isteyen Müslüman Oğuzlar ciddi bir çatışmaya girerler. Nizamü’l-mülk, durumdan şikâyet eden bir Selçuklu komutanına: “Bu sınıf okuma-yazma ve matematik bilgisi ister” der ve ekler, “Oğuzları eğitmeliyiz”. Nitekim Selçuklu Devleti’nde Nizamü’l-mülk eliyle medreselerin bir devlet siyaseti halini almasının bir nedeni de bu çatışmadır.
Örnekler çoğaltılabilir: İtalya’da muhasebe sınıfının Hint-Arap rakamlarını Katolik Kilise’nin baskılarına karşın kullanmaya başlaması erken ticarî kapitalizmin yükselişiyle ilgisi olduğu gibi modern bilimin gelişmesinde ve endüstri devrimine dönüşmesinde, İngiltere’de Francis Bacon’un teklifiyle, bilimin güç devşirilen bir yapı olarak devlet siyaseti haline gelmesinin önemli bir yeri vardır. Yalnızca felsefe-bilim mi? Çok-tanrıcı sistemin İskender sonrası dönemde elde ettiği yer, İskender’in değişik kültürlerin panteonlarını siyasî bir araç olarak kullanmasıyla son derece yakından ilgilidir. Bu durum mitolojinin değişik renklerle gelişmesine neden olmuş; yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Bu noktada şu soru rahatlıkla sorulabilir: Bir insanî gerçeklik olması dolayısıyla tarih boyunca çatışmanın giderilmesi, en azından şiddetinin hafifletilmesi için paylaşımda ne gibi yöntemler kullanılmıştır? Her şeyden önce katmanlaşmayı, dolayısıyla düzen kurmayı becerebilen toplumlar, paylaşımı bilgiye, dolayısıyla ehliyete dayandırarak toplumun tüm bireylerine açmışlar; bu vasfı edinen her kişiye toplumun ürettiği artı-değerden pay alacak olanağı, en azından nazarî seviyede, vermişlerdir. Kadim kültürümüzde kaleme alınan Siyaset-nâmeler böyle bir katmanlaşmanın ve bilgi ile ehliyetin paylaşımdaki merkezî yerini gösterirler.
Güç, hangi araçlarla elde edilirse edilsin bir kez kazanıldığında hep elde tutulmak istenir. Bu durumun temsil değeri yüksek en güzel örneği, bir babanın sahip olduğu gücü çocuklarına aktarmak istemesinde görülür. Tarihte yalnızca saltanat babadan oğula geçmemiştir; dört yüzyıl süren tabip aileler, birkaç yüzyıl devam eden bilgin aileleri hep bu gerçekle alâkalıdır. Paylaşımın bilgi ile ehliyete dayanması, en sonunda katmanlararası geçişi sağlayan şeffaf bir sistem oluştururken (meritokrasi), paylaşımın hâkim güçlerce yapay ölçütlere göre ayarlanması kilitlenmeye neden olur. Kast Sistemi’nin kozmik-dinî gerekçelere dayandırılması; örnek olarak İslâm siyaset düşüncesinde belirli bir ailenin (Kureyş) kozmik-dinî seçilmişliği; ya da Türk devlet geleneğinde yalnızca, Kınık, Kayı gibi bazı seçilmiş ailelere siyasî iktidar hakkının tanınması bu tespitle ilgilidir. O kadar ki, mitolojiler bile, günümüzdeki ideolojiler gibi, kısmî olarak toplumlarda paylaşımın hâkim güçlerce yapılmasına olanak verecek şekilde örgütlenmişlerdir.
Paylaşımın yol açtığı çatışmayı belirli bir ahenkte tutmak için siyasî, dinî, ilmî ve ticarî aynı çıkara sahip bireylerin örgütlenmelerine ve paylaşım için yarışmalarına izin veren sistem, günümüzde demokrasi adıyla bilinmektedir. Paylaşımın bir yarış halini alması; karmaşık bir yapı içerisinde çok sesli bir uyum (harmoni) oluşturulmaya çalışılması ilk elde cazip gelse de, sistem nazarî seviyede kalmaktadır. Özellikle güçlü ülkelerde, demokrasi o ülkede hâkim güçlerin örtülü manipülasyonuna olanak verirken; zayıf ülkelerde de güçlü ülkelerin gizli-örtülü müdahalesine ortam sağlamakta; paylaşım, özellikle güçlü ülkelerle işbirliği yapan hâkim zümrelerin yapay kıstaslarına göre belirlenmektedir. Bu durum toplum içerisinde yatay biriken bir enerji yaratmakta, dikey harekete geçtiğinde ise toplumsal patlamaya (devrim) neden olmaktadır.
Yukarıda özetlenen yapılardan hangisi tercih edilirse edilsin, değişmeyen tek şeyin iktidar paylaşımının yarattığı çatışmanın, insanî bir nitelik olduğudur. Öyleyse yapılması gereken ilk şey insan olmaklığımızı dikkate alarak, niteliğimizi ortadan kaldırmak değil eğitmek (eğmek) ve öğretmektir. Nitekim tüm dinlerin ve hayata ağırlık veren felsefî sistemlerin amacı, işbu niteliğin hem birey hem de tür olarak insan lehine terbiye edilmesidir. Bu nitelik, insanın doğasına dayalı bir ahlakî ve hukukî sistem içerisinde iş görür, paylaşım da bilgi ve ehliyete göre yapılırsa ön-görülebilir ve sürdürülebilir bir hayat inşa etmek mümkün olur.
Hem bireyler hem de toplumlar sağlıklı bir iktidar paylaşımı için hayatı iki tarafı keskin bir kılıç formunda yaşamalıdır; bu keskinliğin korunması birey ve toplumların ayıklığını sağlarken; körelmesi iç çatışmaya düşülüp başkalarına uşak olunmasına neden olur. Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş, bilim adamları/kadınları yer alırlar.
Paylaş
Tavsiye Et