TÜRKİYE’NİN dünyada belki de en çok ses getiren ve uluslararası kanalları iyi kullanan yegane önemli sanat şölenidir İstanbul Bienali. İstanbul’un bir kavşak noktası ve kültür başkenti olması, sanat için can damarı vazifesi görmesi, her şeyden önemlisi kültürel açıdan cereyanlı bir alanda bulunması, bienalin önemini artıran katalizörler arasında sayılabilir. 10. Bienal, bizi, dünyada olup bittiğini saydığı olgulara karşı iyimser olmaya, bir şeyler yapmaya çağırıyor. Aslında bu, bienalin bu seneki Çinli küratörü, Hou Hanru’nun bize önerisi; “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik”. Manifestoda iyimser olmaya davet edilmek pozitif bir realite sunsa da iyimser olmanın yeri tam da burası mı, İstanbul mu diye düşünmemek elde değil. 10. Bienal kendini deşse de ve sert eleştirileri barındırsa da gizli öznesi Batılı olan bir göz yine kendini hissettiriyor. Bu, öfkeli biçimde bir günah çıkarma olabilir mi?
Adorno’nun kapı aralığından bize gösterdiği kültür endüstrisiyle birlikte sarmalanan çokuluslu sermayenin kültür üzerindeki durumu ironik. Durumun sözde Üçüncü Dünya’ya akmasıyla küresel kültürün(!) ve savaşların enjektesine maruz kalma durumu, oryantalist iştigaller göstermesi açısından yine şaşırtıcı değil. Batının hiçlik’e varmayı amaçlayan nihilo güdüsü, yani modernizmi ve ilerlemeciliği, model alındığı Asya ve Doğu’da bir türlü uygun olarak yerine oturtulamadı. Şüpheli bir oksidentallikle sürdürüldüğü de oldu. Çoğu zaman bütün bir kültür Batı’ya doğru kayarak yeni bir oluşuma gebe kalmak istedi. Burada unutulan bir şey vardı, ötekinin(!) ana temeli hiçlik gibi bir nihilo değil, sonsuzluktu. Bu durum yepyeni bir senteze, melez bir duruma yol açamadığı gibi, yapılan her şey ve atılan her adım gibi kültür de sadece Batı’ya öykünmeden ibaret kaldı. Bu “arada kalma” ya da Batı gözüyle “ötekilik” durumu bienalin yine deri değiştirmiş ana odağı. Hanru; Üçüncü Dünya Ülkeleri ile beraber Türkiye’ye çapraşık ve anlaşılmamış bir modernizm sancısının verdiği tahribatlardan söz ediyor ve yeni bir modernizm icat etme çabası içerisinde. Türkiye’nin Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biri olmasına rağmen radikal, çarpıcı ve etki uyandıran vakaları ve dayatmaları barındırdığı görüşünü de temele alıyor. Hanru işte bu noktada yeni bir modernizm projesinin gerekli olduğunu ve çaba sarfetmek gerektiğini söylüyor, küresel projelerden 3. Dünya’dan dem vuruyor, bazen çatıyor. Yeni ve yine bir nihilo diyebileceğimiz bu durum, cereyanı kuvvetli olan çok kültürlü bölgelerin, kültür temelinin “sonsuzluk” üstünden yürümesiyle çelişiyor. Yapılan farkındasız gizli özneli öneri, kanımca bu yüzden Hanru’nun teklifini kamufle edilmiş bir açmaza ulaştırıyor. Her ne kadar açmazlara, belirgin sendromlara ulaşılsa da 10. Bienalin oldukça etkisiz olan 9. Bienale kıyasla, kentle yapı olarak daha iyi bütünleşmek istediği, Anadolu yakasına el attığı, geceleri de gezen bir canlılık içerisinde olduğu söylenebilir.
Bienalin en etkili işleri arasında, AES+F grubunun Antrepo No:3’teki Son Ayaklanma adlı fotoğrafı yer alıyor. Sanal ve gerçek dünya arasındaki sınırların, beden travmatolojisiyle kimliksiz ve ifadesiz çocuklar üzerinden yürüdüğü, video oyunlarını da işin içine katan, son derece politik ve siyasi içerik barındıran bir iş olarak göze çarpıyor. Bir çeşit dünyanın sonu olan çalışmada, ahlak deformasyonu, öteki, köle-efendi, kurban, etnisite dolu ideolojik ve fantastik yeni bir dünya tasavvuru bulunuyor. Teknik hâkimiyet ve yaratıcılık ise Borriaud’un bahsettiği sanatçının mutfağındaki değişimi gözler önüne seriyor. Sanatçı artık geleneksel olarak yaratmıyor, halihazırda olan formları bir araya getiriyor, programlıyor, kodluyor. Ivan Grubanov’un (Antrepo 3) desenleri ise çizgi ve desenin çağdaş sanat için anlatım olanaklarının ne kadar geniş olduğunun çok iyi bir örneği. Slobodan Miloseviç’in duruşmalarına katılan sanatçının bu desenleri, duruşmalarda yaptığı 160’tan fazla tükenmez ve mürekkepli kalemden oluşan ritmik, şaşırtıcı derecede minimal ve ifadeleri son derece güçlü olan bir seri. Benzer bir örneği, Yan Pei Ming’in çalışmasında görüyoruz. Dünya Çapı’ndan Uluslararası’na (Antrepo 3), lavi-suluboya gibi pratik sanatsal tekniklerle üretilen sosyo-politik bir portre dizisi. Sanatçı, BM’nin kuruluşundan bu yana genel sekreterlik görevini üstlenen sekiz kişiyi, dünyanın farklı bölgelerinden çocuk portreleriyle beraber kullanarak bir dizge oluşturuyor. Dizi, mağduriyet ve kimlik, siyasi hegemonya ve düzensizlik açısından eleştirel ve kullanılan teknik sayesinde oldukça dramatik. Nasan Tur’un düzenlemesi, (Antrepo 3) Baudelaire’in gezgin tipini (flaneur) hayatla buluşturması olarak nitelendirilebilir. Sırt Çantaları, her türlü nesnenin, ses sisteminin, eylem malzemelerinin, mutfak eşyalarının kısaca yersiz yurtsuz ve kimliksiz olarak, sıra dışı ve iyi yaşamak için ne varsa barındıran mobil bir yaşam ve eylem ünitesi. Yeni-medya alanında etkileyici çalışmalardan biri, Cao Fei’nin RMB şehri. Bu simülasyon kent, uçarı, hoş ve oyun alemi biçiminde olmasına karşın içerik olarak oldukça kaotik ve şizofrenik bir yapıya sahip. Mao heykellerinin yüzdüğü okyanus, Şanghay’daki Oriental Pearl TV Kulesi, yoğun komünizm ve sosyalizm sembolleri, tapınaklar ve göğün tepesindeki süpermarketler, kanalizasyon ve günümüz Çin’inin iskan sorunları bu tatlı gösteriyi aslında medyatik, siyasi ve küresel bir çöplükten oluşan sorgu tahtası haline getiriyor. Aynı zamanda çizginin kullanımı, sanatçının coğrafyasıyla ne kadar perçinli ve içten olduğunun da göstergesi olarak, çoğul bir estetik deneyimi yaşatıyor bize. Postprodüktif bir üretim biçimi barındıran ve yaşam pratiklerine dair vuruculuğuyla öne çıkan etkili işlerden biri Nancy Davenport’a ait. Hafta Sonu Kampus (AKM), durağan kadrajlardan oluşturulmuş bir animasyon. Polisler, tek tipleşmiş öğretim üyeleri ve öğrencilerin bize doğru baktığı, donuk ve gamsız bir plan yer alıyor. Arka planda ise kazalar ve enkazlar, figürlere karşıt olarak ölü nesne olmalarına rağmen kıpırtıları ve ışıkları ile zıt ama renkli bir hayat sunuyorlar. Figürler adeta birer tanık gibi dikiliyorlar. Bu zıtlık ve kaos, bir üniversitenin girişi boyunca geçiyor.
10 günde 25.467 kişinin gezdiği etkinlik, ikilemleri barındırıyor olsa da gerçekten atağa geçmiş durumda. Sao Paolo Bienali’ni 3 milyona yakın insanın izlediği göz önüne alındığında günümüzde sanatın ve kültürün önemini, dünya üzerindeki pratiğini, disiplinlerarasılığını, kısaca dünyanın durumunu kavramış oluyoruz. Yanlış veya doğru, güzel veya çirkin, haklı veya haksız olsun yeni dünya düzenleri gizli özneli olarak kültür ve sanat üzerinden çok etkili biçimde yürüyor ve melez bir duruma işaret ediyor. Konuşmaktan fazlası gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et