Rivayet o ki, İtalyanlar’ın 1939’da Arnavutluk’u işgal ettiklerinde ilk yaptıkları iş, mahalle yapılanmasını ortadan kaldırmak olmuş. Osmanlı mahallesi bir hayat kaynağı olduğu kadar, bir direnç odağıydı da. Temelde bir 19. yüzyıl araştırmacısı olan Şerif Mardin, belki bu gerçekten hareketle talihsiz bir ifade attı ortaya ve pusuda cephanesiz kalmış “laik cephe”yi sevindirdi. “Mahalle baskısı” aslında söz konusu cephenin patolojik konumuna uygun düşen bir ifade. Farklı yanı şu: Baskıyı kendileri yapmak yerine, zinde güçlere yaptırıp rantına konmak istiyorlar sadece.
Yasin Aktay, küreselleşmiş bir dünyada maalesef mahallenin ayakta kalamadığını; az çok varlıklı olanların sitelere taşındıklarını, mahallede kalmışsa bir yerleri, “onun da kat karşılığı müteahhide verilmek üzere biraz daha prim yapmasını” beklediklerini yazıyor.
Fatma K. Barbarosoğlu, modern kent hayatının Ortaçağlara geri döndüğüne işaret ediyor. “Ortaçağın surlarla çevrili güvenlik anlayışını korunaklı siteler üzerinden yeniden hayata geçirirken, herkesin birbirini tanıdığı, ortak değerleri yaşatmak için bir araya geldiği bir mekan olmaktan çıkıyor mahalle.”
Cihan Aktaş, Barbarosoğlu’nun tahlilini tamamlıyor adeta: “Mahalle baskısı, hijyenik elit yerleşme biçimlerinin karşısında hâlâ savunulması süren bir hayat tarzının karakteristik özelliğidir. İnsanların birbirini tanıdığı, karşılıklı bir sorumluluğun değerini duyurtan bir yerleşme birimidir mahalle.”
Fatma Tunç Yaşar’ın yazısı ise önceki üç yazıyı tamamlıyor. Modernliğin, din ve gelenek algısının mahalle algısını da değiştirdiğini, “etnik, dinî, kültürel, sosyal ve sınıfsal farklılıkları bir arada barındıran mahallenin yerini, farklılıklardan korkan ve kendini farklı olana kapatan bir yaşam tarzının aldığını” belirtiyor.
Gönüllü beraberliğin olduğu yerde baskıdan söz etmek abestir.
Mahalle var, baskı yoktu.
Şimdi mahalle yok, baskı var!
Paylaş
Tavsiye Et