HİCRET dar anlamda göç etmek, doğup büyüdüğü toprakları terk edip başka bir yerde yaşamaktır. Daha derin anlamdaysa, ulvî bir gaye uğruna, ayak bağlarımızdan kurtulmak; gerçek hürlüğü tatmaktır. Sabahattin Zaim, kendisiyle yapılan bir söyleşide “Göçmen değil muhacirim” derken bu gerçeğe işaret ediyordu. Göçmenlik edilgen, muhacirlik etken bir ruh halidir. Göçmen geride bıraktığı yurdunu özler; muhacir hakiki yurdun yolunu gözler.
TDV İslam Ansiklopedisi, hicreti “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben uzaklaşması” olarak tarif ediyor. Her ne kadar günlük dilde bedensel terke vurgu yapılıyorsa da, bence Zaim Hoca’nın “Göçmen değil muhacirim” ifadesinde hicretin kalbî yönüne yapılan vurgu daha ağır basıyor. Muhacir, Mekke’den Medine’ye gidiyor gözükebilir. Fakat varmak istediği nihaî menzil Medine değildir. O yollar, yolcusunu ötelere taşıyor:
Mekke’yle Medine arası yollar
Çizik çizik, hasret yarası yollar
Vardığı her nokta yine başlangıç
Gitgide Allah’a varası yollar
Mekke’yle Medine arası yollar
Peygamber ‘mesleği’dir muhacirlik. Hz. İbrahim, Lût, Şuayb, Musa hep hicret etmişlerdir. Muhacir yurdunu kafasında ve daha da çok kalbinde taşır. Bir tür portatif vatanı vardır sanki. Musevi için Tevrat’tır bu; Müslüman için Kur’an. Vatan, kitap ile bildirilenin yaşanabildiği yerdir. Müslüman’ın peygamberi zaten “yürüyen Kur’an” değil miydi? Kitap, onun ve mümin dostunun hicret yolunu göklere bağlamıyor muydu?
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Yalınız iki çift nurdan güvercin
Bunlar iki dostun ayakları ki
Yolları göklere bağlayan perçin
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Muteber ve Mutedil Müteşebbis
Mümin Muhacir Sabahattin Zaim, 1950 sonrası Türkiyesi’nin birçok önemli girişiminin anahtar kişisiydi. Bunların birkaç tanesini sayacak olursak: Milli Türk Talebe Birliği, İlim Yayma Cemiyeti, Türkiye Milli Kültür Vakfı, Aydınlar Ocağı, Milli Prodüktivite Merkezi, Sakarya Üniversitesi, Saraybosna Üniversitesi, Hak-İş, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), İş Dünyası Vakfı, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı… İşadamı, işçi, öğrenci, öğretmen; bunların hepsi için sözüne kulak verilir saygın bir insandı Sabahattin Zaim. Ahmet Vefik Paşa’nın iyi bir yöneticide aradığı 24 Mim’li niteliğin onda cem olduğuna Türkiye’de üç nesil şahittir:
Muteber (Saygın), Mutena (Seçkin), Mutedil (Ilımlı), Mu’tezim (Azimli), Muafi (Bağışlayıcı), Muvakkit (Zamana Duyarlı), Muvaffak (Başarılı), Muzaffer (Galip), Müdebbir (Tedbirli), Müeyyid (Disiplinli), Mütefekkir (Düşünür), Müferrih (Güleryüzlü, Ferahlatan), Muhibb (Sevgi dolu), Mükrim (Cömert, İkramcı), Mültefit (İltifat Eden), Mümeyyiz (İyiyi Kötüden Ayırabilen), Münevver (Aydın), Mübeşşir (Müjdeleyici), Mübeccel (Yüceltilmiş), Muvahhit (Tek Allah’a İnanan), Mücerrib (Tecrübeli), Müfarik (Fark Edebilen), Müheyya (Hazır Olan), Müceddid (Yenileyici).
Niçin bu kadar faaldi? Çünkü ülkesinin kuşatma altında olduğunu derinden hissediyordu. Bu fikrî ve manevi kuşatmayı genç nesillere şöyle izah ediyordu:
“Amerika’da bulunduğum sıralarda, bir kilisede Hindistan’dan gelen bir misyoner Protestan papazın konuşmasını dinlemiştim. Bu zat önce İslam’ı tarif etti, sonra da Hindistan’daki Müslümanlara temas etti. ‘Bu insanlar karanlıktadır. Bize yardım edin, bu insanları uyandıralım’ demek istiyor ve para talep ediyordu. Dinleyicilerden biri ‘Siz o ülkede kaç Müslüman’ı Hıristiyan yaptınız?’ diye sordu. Misyonerin verdiği cevap gayet manidardı: ‘Çalıştığımız bölgelerde belki çok az kimseyi, belki hiç kimseyi Hıristiyan yapamadık, fakat üzerinde çalıştığımız bu bölgedeki insanların artık hiçbiri Müslüman değil!’ Batı’nın yaptığı şey, Müslüman ülkelerdeki halkı İslamiyet’ten uzaklaştırmak, değerlerinden koparmaktır.”
Cemil Meriç de Bu Ülke’de aynı hakikate dikkat çekmiyor muydu? “Avrupa Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslamiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Aliyye’yi Hıristiyanlığa kazanmak, yani Devlet-i Aliyye ile bütünleşmek değil, ezelî düşmanını ‘etnik’ bir toz yığını haline getirmekti. İstediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını.”
Bu kuşatmadan kurtulmanın anahtarı bilgiydi. Bilgi ve şuur. Meriç Kültürden İrfana adlı eserinde ise şöyle diyordu: “On dokuzuncu asır tarih asrıdır Batı’da. Bizde, tarihten kopuş asrı. Tanımamışız kendimizi. Başkalarını nasıl tanıyabilirdik? Avrupa’yı Avrupa’nın istediği kadar tanıdık. Asya, kâşifini bekleyen bir gezegen. İslamiyet, mavi sakalın kırkıncı odası. Tanımıyoruz kendimizi, tanımak da istemiyoruz. Yaşamak istiyorsak, dünyadaki yerimizi bilmek zorundayız.”
Sabahattin Zaim bereketli ömrünü temelde bu kopuşla, bu şuursuzlukla mücadeleye hasretti. Yazdı ve yazdıklarını harfiyen yaşadı. İslam’ın bu ülkede doğru anlaşılması ve dosdoğru yaşanması, onun için cihad-ı ekber idi. Nefsini o kadar dizginlemişti ki, herkes ona bakarak büyük cihad ile insan-ı kâmil arasındaki bağlantıyı keşfediyordu.
Şifahî Geleneğin Son Halkası
Öğretmen Sabahattin Zaim geniş hazırlıklı bir nazariyat adamı değildi. Fakat geniş irfanı kendisine derin bir nazar (bakış) kazandırmıştı. Yazarken aslında yazmıyor, konuşuyordu. Belki onu şifahî (sözlü) bilgi geleneğimizin son büyük halkası sayabiliriz. İşaret Yayınları’nın yayımladığı üç ciltlik külliyatı, teoriden çok bir terbiye kaynağı telakki edilmelidir. Zihnimizden ziyade yahut onunla beraber, ruhumuzun terbiyesi.
Üniversitede ders kitabı olarak yayımladığı eserlerde bile bu terbiye edici yan ağır basıyordu. Çalışma Ekonomisi başlıklı kitabının bütün bölümleri ayet ve hadislerle doluydu. Şu ayet-i kerimeyle başlıyordu: “Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Ve çalışması da ileride (Kıyamette) gösterilecektir. Sonra ona karşılığı tastamam verilecektir.” Emek Seyyaliyeti başlıklı ikinci bölüm ise şu ayetle açılıyordu: “Yeryüzünü size boyun eğdiren O’dur. Şu halde yerin üstünde dolaşın, Allah’ın rızkından yiyin. Sonunda dönüş O’nadır.” Emek Arzı başlıklı bölümün dibacesi: “Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin. Biz onların da, sizin de rızkınızı veririz.”
Sabahattin Zaim için yazmak, kalbi hakikate ısındırmak demekti. Sanki bütün öğrencilerinin gözlerinin içine bakarak yazıyordu. Yahut siz kitabı okurken, hocayla göz göze geldiğinizi hissediyordunuz. Kelimeleri ruhumuza nakışlar çiziyordu. Konuşmasının da sağaltıcı, şifa verici bir niteliği vardı. Diz dize oturup da yüzüne baktığım zaman, işte bir ‘şeyh’ böyle olmalı diyordum içimden. Mütemadiyen gülümsüyordu. Hakikate ermenin verdiği huzur, ülke gerçeğinin yarattığı sızının o kadar üzerindeydi ki, onda ne üstadı Necip Fazıl’ın hırçınlığına, ne kendisinden daha mütefekkir Cemil Meriç’in isyanına rastlardınız. İnanmış ve (dünyevî) hayat gerçeğinin ötesine geçmişti.
İmdi, bu satırları okurken benim de bocaladığımı, hocayı övmek için tumturaklı ifadelere sığındığımı düşünenler olacaktır. Derim ki, sözlerimi anlaşılmaz (hatta büsbütün anlamsız) bulanlar, ne kadar ‘Batılı’ olduklarını düşünüp ürpersinler!
Dinler tarihçisine kulak verelim: Modern Batılı, kutsalın sayısız tezahürleri karşısında belirli bir rahatsızlık hisseder. Oysa tamamen profan (dindışı) dünya ve kozmos, insan ruhunun tarihinde çok yeni bir keşiftir. Dindar (yahut dinsel) insan için, zaman ve mekan homojen değildir. Dünya(mız), kutsalın kendini zaten göstermiş olduğu bir evrendir. Kutsala uzanan mekan, dünyanın merkezi sayılır. Dindar insan, elinden geldiği kadar merkeze yakın durmaya çalışır. Evler ve mabetler mikrokozmik ölçekte böylesi merkezlerdir. Le Corbusier modern ev için “içinde yaşanılacak bir makine” ifadesini kullanmıştı. Bisikletinizi, buzdolabı veya otomobilinizi değiştirir gibi, evinizi de değiştirebilirdiniz. Oysa (geleneksel) dindar insan için ev kurmak, Tanrının başlangıçta evreni var ederkenki eylemini tekrarlamaktı. Dindar insan ancak kutsal bir dünyada yaşayabilir, çünkü ancak böyle bir dünyada Varlığa katılabilir, gerçek varoluşa sahip olabilir. Dindar insan Varlığa susamıştır. (Mircea Eliade, The Sacred and the Profane.)
Muhacir Muallim, geleneksel dindardı. Varlığa susamıştı. Ufka koşuyor, ufukla beraber koşuyordu. Yazıyı, başlarken olduğu gibi, onun da gönülden sevdiği Necip Fazıl’ın şiiriyle noktalayalım:
Yer çökük, gök soluk
Diz bükük, saç yoluk
Ne varsa, korkuluk
Bu hayat bir ezber
Hayat’tan ne haber
O’nunla beraber?
Ön ve ard, sağ ve sol
Bin yolda yol boyu bu yol
Emir: Öl, yahut ol!
Elinde alamet
İzinde selâmet
Tek isim: Muhammed
Ne bir harf, ne kelâm
Esselâm, esselâm…
Paylaş
Tavsiye Et