PLATON, Phaidros diyaloğunda, yazının Mısır tanrısı Thoth tarafından icat edilip Firavun’a sunulduğunda, Firavun’un pek çok açıdan bu yeni keşfe şiddetle itiraz ettiğini, en önemlisi de bilginin ehil olmayan kişilerin eline düşeceğinden korktuğunu dramatik bir biçimde anlatır ve ekler: Düşünce bir defa yazıldı mı artık sağda solda dolaşır; anlayanın anlamayanın eline düşer; kime bir şey söylemeli kime söylememeli bunu seçemez; çünkü yazı da resim gibi derin bir sükûttur. Onu konuşturan kişi, simgelerin temsil ettiği gerçeklikleri bilmiyorsa, hakikati bulamaz; yalnızca hoşça/boşça vakit geçirir.
Platon’un bu kaygısı felsefe-bilim tarihinde karşımıza sıkça çıkar; bu nedenle bilginler sahip oldukları bilginin ehil olmayan ellere düşmesini engellemek için günlük dilin olanaklarının ötesine geçerek simgelere sığınırlar. Yalnızca simya ve astroloji gibi gizli bilgilerde değil, dinî bilgide de benzer dikkate ve rikkate sahiptirler. Nitekim, İslâm Medeniyeti’nin ilk yıllarında yazının bir sorun olması bu yüzdendir: Lâfzın resmettiği bilginin temsil ettiği gerçekliğin çarpıtılması; hatırlamak için belirli bir zemine çizilen şekillerin, bizâtihi temsil ettiği anlamın yerini alması… Harf sözcüğünün anlamının nakş etmek, kitabetin de kitabe örneğinde görüldüğü üzere yazıt anlamına gelmesi, ilk dönemlerde insanların yazıyı, bir temsil aleti olarak gördüklerine yalnızca birer işarettir.
Yunan felsefe-bilim tarihinde Sofistlerin, günlük dilin yol açtığı sorunlar üzerinden düşünceyi şaibeli bir hale getirmesi, özellikle Aristoteles’in mantık bilimini kurmasıyla aşılmaya çalışılmış; kavram, tanım ve çıkarım sürecine işaret edilerek düşüncenin temel ‘linguistik form’una dayalı, günlük dilin olanaklarının üstünde yarı simgesel nesir bir dille, düşüncenin kavramsal, nedensel ve eleştirel yapısı ortaya konulmuş; bu tarihten itibaren dille anlamsız bir şekilde oynayanların yaptıkları işe, sofist sözcüğünden bozma safsata, yani anlamsız konuşma adı verilmiştir.
İslâm medeniyetinde dahi İbn Sina-Fahreddin Razî çizgisinde nazarî ve amelî hikmette hakikati ifade etmek için, mantık ilminin olanaklarına dayalı yarı simgesel bir dil benimsenirken; talimî/riyazî sahada İbn Heysem-Nasiruddin Tusî çizgisindeki simgesel bir dil takip edilmiştir. Öyle ki, terimlerin hâkim olduğu İslâm düşünce geleneğinde, ıstılah bile sulh yani barış sözcüğünden türetilmiş; düşüncede lafzın değil mananın öncelenmesi, özellikle vurgulanmıştır. Bir düşünür kasdının, demek istediğinin, yani mananın yanlış anlaşılmaması için hem lafız hem mefhum hem de mâ-sadak düzeyinde ne-olduğunu açık ve seçik bir biçimde belirlemeye çalışmıştır. Medrese eğitim sisteminde alet bilimler olarak dil ve mantığa verilen önem, özellikle XIII. yüzyıldan itibaren İslâm düşünce geleneğinde yazılan metinlerin sıkı terim örgüsü, özetlenen bu gelişmeyle ilgilidir.
Yeniçağda Batı Avrupa’da ortaya çıkan yeni bilme tarzı, ampirik-matematik-mekanik doğa felsefesi de kendisine has bir terim dağarcığı ve dil geliştirmiştir. Öyle ki, felsefî düşünce bir tür kavram yaratıcılığına dönüşmüş; filozof-bilim adamları demek istediklerini, sıkıca tanımlanmış yeni terimlerle ifade etmeye çalışmıştır. Nicel dilin egemenliği öyle bir hal almıştır ki, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Maxwell, Elektromanyetik Teorisi’ni yayımladığında Avrupa’nın tamamında bu teoriyi yüze yakın bilim adamından başkası anlayamamıştır. Günümüzde de her bilimin kendine has bir terim dağarcığı vardır ve bu bilimi öğrenmek biraz da bu terim dağarcığını bellemek demektir. Collingwood gibi filozoflar bile çağdaş bilim hakkında konuşurken safsataya düşmemek yani anlamsız konuşmamak, dolayısıyla da gülünç olmamak için azami dikkat göstermek gerektiğine sıkça işaret etmişlerdir.
İster hoşlanılsın ister hoşlanılmasın, bilgi, herkese açık, ancak belirli bir eğitim sürecini başarmış insanların elde edebileceği bir şeydir. İnsanlar içerisinde doğdukları toplumun eşyayla temas kurma tarzını eğitim/terbiye yoluyla, eşyanın bilgisini ise talim/öğretim yoluyla kazanır; davranışta ehlîleşme yanında bilgide de bir ehlîleşme süreci yaşarlar. Elbette herkes günlük tecrübe içerisinde bakkal hesabı yapacak kadar aritmetik bilir; ama matematik bilmek farklı bir eğitimi gerektirir. Benzer biçimde bir kişinin mensubu olduğu dinin ilmihal bilgisi ile fıkıh ve kelâm bilgisi arasında büyük fark vardır. Kısaca yüksek bilginin toplumsallaşması, belirli oranlarda aşağıya doğru süzülmesi, bu toplumsallaşmayı ve süzülmeyi denetleyen kurumlar var olduğu müddetçe faydalıdır da…
Şimdiye değin dile getirilen düşüncelere nazarî seviyede kimsenin itiraz etmeyeceği söylenebilir. Özellikle günümüzde matematik gibi formel veya fizik gibi temel bilimler alanlarında ciddi bir uzmanlık gerektiği sıkça vurgulanır. Örnek olarak, hiçbir gazetede köşe yazarı, uzmanı değilse, ne Kuvantum Fiziği’nin ne de felsefesinin derin sorunlarına girmez; ya da topolojinin problemleriyle, lineer cebrin sorularıyla uğraşmaz, astrofiziğin karmaşık teoremlerini tartışmaz. Böyle bir işe kalkışan kişinin denetlenmesi de nispeten kolaydır; çünkü sahanın uzmanı, daha baştan köşe yazarının kullandığı terimlerden başlayarak ne kadar anlamsız konuştuğunu kolayca ortaya koyar.
İlginçtir ki, en basit konuda bile uzmanlık isteyen insanlar, dinî, tarihî kısaca beşerî/sosyal bilimlerde aynı hassasiyeti göstermezler. Basit bir işlemi çözen bir bilgisayar programı için kursa gidenler, manevi dünyalarını belirleyen dinî metnin bir cümlesini anlamak için gayret sarf etmez; bilenlere sormaz, hatta konuşma hakkını sürekli saklı tutarlar. Benzer biçimde ne lâfız ne mefhum ne de mâ-sadak düzeyinde anlamadıkları tarihî bir metin üzerinde ahkâm keserler; geçmişi yargılarlar. Hafif bir deyişle, dinî, tarihî, kısaca sosyal/beşerî bilimler “ağzı olan herkesin konuştuğu”, kendisinde bu hakkı gördüğü bir sahaya dönüşür.
Türklerin tababet, diyanet ve siyaset alanlarında doğuştan bilgili olduğu, şaka yollu söylenir. Halk düzeyinde bu şakanın kaldırılabilir bir tarafı vardır; çünkü halk bu davranışında, en nihayetinde, bir art niyet sahibi değildir. Ancak, şöyle ya da böyle bir eğitim almış, kendisini aydın kabul eden, çeşitli gazete ve dergi köşelerini hasbelkader tutan kişilerin hemen her konuda ahkâm kesmesi, safsata yani anlamsız konuşması, sanırım Türkiye’de dinî, tarihî, kısaca sosyal/beşerî bilimlerin bir terim dağarcığına ve yöndeme sahip olmamasıyla yakından ilgilidir. Düşünce, terimsiz ve yöndemsiz yapıldığında ise kaçınılmaz olarak, ehil olmayanların, -Tolstoy’un deyişiyle- “fikir fahişelerinin” eline düşer.
Paylaş
Tavsiye Et