OL mahîler ki derya içredir, deryayı bilmezler, demiş şair. İnsan, içine doğduğu dünyayı kavramakta zorlanır. Onun her zaman “öyle” olduğunu, hep öyle olageldiğini varsayar. Oysa dünyasının oluşumunu kavrayamayan, geliştirmek şöyle dursun, onu elde bile tutamaz. Ergenekon çeteleriyle ayakta kalabileceklerini düşünenler, yüz yıl önce o efsaneleri dillendirenlere kıyasla ne kadar ferasetsiz, ne kadar çapulcudurlar!
Bir takım kültürel çalışmalara rağmen, İkinci Meşrutiyet sonrasına kadar Türk insanında “milliyet” bilinci yoktu. Olsaydı, Türkçülüğün belli başlı mübdii Ziya Gökalp 1912’de şu satırları yazmazdı: “Aslen Türk olan birçok gençler Arnavutlukla, Araplıkla yahut Kürtlükle iftihar ediyorlardı. Türklüğe mübahat eden tek bir fert yoktu. Türk kelimesi Şarkî Anadolu’da Kızılbaş, İstanbul’da kaba ve köylü manâlarına idi. Tarihte bu acıklı hâle bir ikinci misal gösterilemez. Hariçte Avrupa, Türkiye’deki rezaletlerden dolayı yalnız Türkleri itham ediyor; dahilde müslim ve gayr-i müslim bütün kavimler sarayın istibdadından, memurların zulmünden, hükümetin yolsuzluğundan ancak Türk kavmini mesul tanıyordu. Halbuki Türk kavmi ‘Ben varım’ demiyordu. Ortada tevcih olunan bir mes’uliyet yükü vardı ki onu kabul eden bir omuz yoktu.”
İlginç olan şu: Türkçülüğün üç önemli kaleminden hiçbiri ‘kavmî’ anlamda net Türk değildi: Ziya Gökalp Diyarbakırlı bir Kürt, Yusuf Akçura Tatar, Ahmet Ağaoğlu ise ömrünün üçte birini “Türk düşmanlığı” ile geçirmiş bir Azeri idi. Üçü de 20. yüzyılın şafağında, bana göre gayet samimi bir emelle, Türk olmayı seçtiler. Sadece Türk olmakla kalmadılar, Türklüğü “Ben varım” diyemeyen bir topluluğa kabul de ettirdiler. Bu dönüşümü ve gerekçelerini kavrayamayanlar, 21. yüzyıl eşiğinde hangi dönüşümlerin bu millete kurtuluş kaynağı olabileceğine akıl erdiremezler.
Dünyada Kaç Millet Var?
Bu soruya cevap verebilmek için, milletin tanımında anlaşmak lazım. Tanımı, hâkim güç yapar. Son iki yüzyılın küresel hâkim gücü, kapitalizmi “icat eden” Avrupa (ve uzantısı ABD). Kullandıkları temel organizatör kelime: Nation. Türkçe en uygun karşılığı: Ulus. Dünyanın en saygın bilim kurumlarından biri sayılan Princeton Üniversitesi’nin 2007 yılında yayımladığı “Uluslar Nereden Geliyorlar?” başlıklı çalışmanın ilk cümlesi şu: “Ulus, kendi devletine sahip olma hakkı varsayılan bir topluluktur.” Çalışmada Ernest Gellner’den hareketle, akademik ve politik çevrelerdeki kanaatlere göre dünyamızda 600-800 arası aktif ulus-devlet projesi ve 7000-8000 arası potansiyel proje mevcut olduğu belirtiliyor. Buna rağmen fiilen ancak 192 ulus-devlet, bir gözlemci devlet (Vatikan) ve bir de potansiyel ulus-devlet vardır (Tayvan).
Demek ki mesele temelde bir “devlet”e sahip olmaktır. Devletin varsa, milletsin! İşte bu topraklarda da yüz yıl önce Türk milletini “icat etmeye” çalışanlar, aslında güçlü ve yaşayabilir bir devlete sahip olmaktan başka bir amaç peşinde değildiler. Türklük ve Türkçülükleri bir iman meselesi değil, bir aksiyon meselesiydi.
Aslına bakılırsa, ulusçuluk da bir tür din gibi işliyordu. Modern bir ideoloji yahut siyasi strateji olarak ulusçuluğu ortaya çıkaran Fransız Devrimi, nihai otorite kaynağı olarak hükümdarın yerine halkı ikame etmişti. Ninian Smart’a göre, dinî bir geleneğin tipik olarak sahip olduğu yedi boyutun hepsi bu yeni (seküler) ideolojide mevcuttu: Öğreti, mit, etik, ritüel, deneyim, kurumlar ve donanım (tapınaklar, ikonlar, özel giysi ve eşya…). Bu boyutlar dinden dine, mezhepten mezhebe elbette farklı ağırlıklara sahipti. Ortodoksluk ritüele boğulmuşken, Hinduizmin sosyal kurumsallaşması son derece karmaşıktı; Üniversalistler etiğe büyük önem atfederken, Pentekostalizm deneyime ağırlık veriyordu. Ulusçuluk da ulus diye adlandırdığı bir topluluğa dünya cenneti vaat eden bir öğretiyle başlıyordu. Smart’a göre diğer boyutları şöyle tasvir edebiliriz:
“Her ulusun özellikle okullarda öğretilen bir miti (oluşum efsanesi) vardır. Efsanede kahramanlar ve ulusa anlam ve onur bahşeden şair, bilgin ve diğer kutsal insanlar yer alır. Her ulusun tıpkı dinler gibi ritüelleri vardır: Bayrak törenleri, milli marş, spor müsabakaları, resmî geçitler, anma günleri. Her ulus bir yurttaşlık etiği aşılar: yurttaş ulusu (vatanı) için ölmeye hazır olmalı, vergi vermeli, düzene uymalı, çocuk yetiştirmeli, çok çalışarak milli gelire katkıda bulunmalı, vesaire. Her ulus, (öğretmenlerin başı çektiği) bir rahipler zümresine sahip olan bir Devlette ete kemiğe bürünür. Kurumsal yapısı Başkanlık gibi sembolik bir merkezde ifadesini bulur. Donanım olarak da devletin anıtları, bayrağı, askerî araç gereçleri, uçakları, üniversite ve müzeleri bulunur. Bazı toplumların ulusçulukları sadece sembolik olarak dinleri andırmakla kalmaz, bizzat din ile bütünleşir. Mesela Romanya halkının ulus miti aynı zamanda Romen Ortodoksluğunun mitidir.” (Religion and the Western Mind, SUNY Pres, 1987, s. 70-2.)
Yazdıklarını çoğu zaman okumadan mahkûm ettiğimiz Ziya Gökalp ulusluk ile din arasındaki farkın da, derin ilişkinin de farkındadır ve Türkler için bir ulusçuluk geliştirmeye çalışırken bunun dine zarar vermemesine büyük özen gösterir. Karşı olduğu şey İslam ümmetçiliği değil, İslam milliyetçiliğidir:
“Türklükle İslamlık, biri milliyet diğeri beynelmileliyet mahiyetlerinde oldukları için aralarında asla teâruz yoktur. Türk mütefekkirleri, Türklüğü inkâr ederek dinlerarası bir Osmanlılık tasavvur ettikleri zaman İslamlaşmak ihtiyacı duymuyorlardı. Halbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslamlaşmak ihtiyacı da hissedilmeye başladı. … Lisanımızı manâ itibarıyla muasırlaştırmak, ıstılah cihetiyle İslamlaştırmak lazım olduğu gibi; sarf, nahiv, imlâ hususlarında Türkleştirmek de lâbüddür. … Türklerde milliyet hissi uyanmaya başlayınca, Türkçülük İslamcılığa muhalefetle itham edildi. Halbuki Türkçülerin gayesi muasır bir İslam Türklüğüdür. Türkçülerin millet mefkûresi Türklükse, ümmet mefkûresi de İslamlıktır.”
Gönüllü Türk, Gönülsüz Türk
Gökalp gönüllü Türk’tü, Ağaoğlu gönülsüz Türk. Ahmet Ağaoğlu, Türklüğünü kırkından sonra keşfeden bir oportünist desem, hiç değilse görüntü itibariyle haksız sayılmam. Yirmili yaşlarında yazdıkları buram buram Türk düşmanlığı kokan bu aristokrat Azeri, kendini Şii ve İranlı sayıyordu. (Romanya örneğine uygun olarak, İran’da da Şiilikle İranlılık özdeşti.) Üçlü bir kimliğe sahip olduğunu düşünüyordu: Müslüman dünyaya, İran toplumuna ve Şiiliğe aitti. Paris’te yazdığı yazılarda kendisini “İran’ın kaderiyle doğrudan ilgili ve İran’ın kültürel mirasını kendi mirası olarak benimseyen bir İranlı” olarak sunuyordu. Ona göre “İslam’daki büyük çöküşün en büyük sorumluları Türklerdi.” Türkleri İran’ın yıkımına sebep olmakla suçluyor ve ileride Türkçü tarihyazımının kahramanları olacak Cengiz ile Timur’un korkunç istilalarından söz ediyordu. Ayrıca Türkler, Müslüman kadının hayat şartlarını mahvetmiştiler. İslam dünyasının başına geçtiklerinde henüz barbar olan Türkler, beraberlerinde “kadının tamamen hor görülmesi” anlayışını da getirmiştiler. (F. Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi, YKY, 2006, s. 106-7.)
Peki bu adam sonradan derûnî bir aydınlanma yaşayarak mı Türkleşti? Yoksa İrancılığı da Türkçülüğü de fırsatçılıktan mı ibaretti? A. Holly Shissler’in kanaatini paylaşıyorum: Ahmet Ağaoğlu, halkının makus talihini yenmeye çalışan ince bir aydındı. Kimdi halkı? “Büyük kısmı Sünni veya Şii, Azerice konuşan Müslüman Transkafkasya yerli ahalisi.” Bu halkın kendisine veya İran’a dayanılarak güçlü bir devlet kurulamayacağını kestirdiği andan itibaren, çöküş halinde de olsa Osmanlı Devleti’ne yöneldi. Bütün hayali, güçlü bir devlet sayesinde İslamlığın ayakta kalmasıydı. Fakat görüşüne göre, modernlikten uzak, aciz bir İslamlığın yaşama şansı da yoktu: “Krupp’un toplarına karşı dervişlerimizle mücadele edemezdik.”
Ağaoğlu’nun İslam anlayışı, Paris yıllarında evine misafir ettiği Cemaleddin Efgani’den mülhemdi. Bugün o “pozitivizmle meşbu” anlayışı eleştirmek kolaydır. Fakat yüz yıl önce, din ü devleti kurtarmak gayesiyle o fikirlere sarılanları ANLAYIŞ ile karşılamak zorundayız. İslam’ın temelde bireyci olduğuna inanan Ağaoğlu, 1930’ların Cumhuriyet Türkiye’sinde yazdığı Fert ve Devlet gibi risalelerle de modernist İslamcılığını devam ettirdi.
Gökalp’lere Geri Dönelim!
Bugün “halkımızın makus talihini yenme” stratejisi yüz yıl öncekiyle aynı olamaz. Ne dünya aynı dünyadır, ne Türkiye aynı Türkiye. Elbette asırlık kazançlarımıza sahip çıkarak, fakat yepyeni bir anlayışla yolumuza devam etmek zorundayız.
Gökalp’in de, Ağaoğlu’nun da (bu yazıda ele alamadığımız) modernlik (muasırlık) anlayışı artık geride kalmıştır. Her ikisi için de muasırlık, teknolojik ve organizasyonel alanlarda Avrupa’ya benzemekti. Bugün bir değil, birkaç “Avrupa” var artık: Japonya, Çin, Rusya, Hindistan. Dünyanın ağırlık merkezi yeniden Asya’ya kayıyor. Bu bağlamda “Avrupa üstünlüğü” denen olgu gerçekten çok kısa sürdü. İnsanlık tarihinde ne bu kadar kapsamlı (küresel) bir hegemonya olmuştu; ne de bu kadar çabuk bir hegemonik düşüş!
Türkler yüz yılda az çok Türklüğü öğrendiler. Balkan ve Kafkas göçmenleri de “soydaş” sayılarak Türklüğe dâhil edildi. Kürtler iki arada bir derede kaldılar: Batı Anadolu’ya göç edenler az çok Türkleştiler; geride kalanlar “okulda Türk, evde Kürt” olmaya devam ettiler. Ne zaman ki Irak denen yapay devlet yıkıldı, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti veya en azından özerk bir Kürt hükümeti gündeme geldi; Kürtlük evden, Türklük okuldan çıkıp siyaset meydanının yolunu tuttu.
Siyaset meydanında iki dilden biri konuşulur. Başka bir deyişle, devletleri ayakta tutmanın iki temel aracı vardır: Cebir ile rıza. Cebir (zor kullanma) ne kadar fazla, rıza (kabullenme) ne kadar az ise, işlem maliyeti o kadar yüksek olur. Rıza ne kadar yüksek, cebir ne az kadar ise, devleti ayakta tutmanın maliyeti o kadar düşük olur. İki tercih arasındaki masraf farkı, modernleşmeyi mümkün kılacak yatırımlardır. Ne kadar ahenksizlik, o kadar geri kalmışlık!
Derim ki, gelin yüz yıl öncesine dönelim. Ergenekon çapulcuları gibi fikirsiz kabadayıları değil, Gökalp gibi ciddi ve milletinin derdiyle kavrulan fikir adamlarını yeniden tartışalım. Elbette dünyaya yepyeni gözlerle bakmak, yepyeni kavram çerçeveleri geliştirmek zorundayız. Fakat milletlerin tarihi iki D ile temayüz eder: Değişim ve Devamlılık. Yeni fikirlere muhtacız, fakat bir milleti yaşatacak büsbütün yeni hiçbir fikir yoktur!
Gökalp yüz yıl önce kendilerine Türklüklerini keşfettirdiği insanlara şöyle sesleniyordu:
Bütün İslam kavimleri arasında müşterek olan Arap harflerini bilâ-tagayyür muhafaza edin.
Bütün İslam kavimlerinde ilim ıstılahlarının müşterek bir hâle getirilmesi için İslam ümmeti arasında ıstılah kongreleri düzenleyin.
Bütün İslam kavimlerinde müşterek bir terbiyenin (ANLAYIŞIN) tesisi için terbiye kongreleri düzenleyin.
Bütün İslam kavimlerinin müftü (diyanet) teşkilatları arasında daimî bir irtibat kurun.
İslam ümmetinin timsali olan hilâlin kutsiyetini muhafaza edin. (Ziya Gökalp, Kitaplar 1, YKY, 2007,
s. 65.)
Yazının bu noktasında, sorumlu yazı işleri müdürümüz Ali Pulcu ile çatıştığı için bir süredir ortalıkta gözükmeyen Ali Cengiz Tuğrul omuz başımda beliriyor. “Sen hiç gazete okumuyor, televizyon seyretmiyor musun arkadaş? Türkiye’nin aydınları daha kızlarımızın örtülü olarak okuyup okuyamayacaklarına bile karar veremediler. Hayâsızlıkları arşa çıktığı için çetecileri artık herkesin mecburiyetten eleştirdiğine bakma. Amiral gemilerimizde her köşe yazarı bir Veli Küçük, her televizyon yorumcusu bir Kemal Kerinçsiz. Ergenekon Türkiye’sinde Gökalp’leri kim okur da kim dinler?”
Paylaş
Tavsiye Et