İmparatorumuzun ülkesinde yalnızca iki sınıf insan türemiştir: Ruhbanlar ve şövalyeler. Tahtı hakkıyla korur, her fırtınaya karşı dururlar. Karşılığında ise sadece devlete ve kiliseye el koyarlar. Diğer tarafta ise halkın aklını karıştıran, bulanık düşüncelere sahip dinsizler ve sihirbazlar yer alır.
Johann Wolfgang von Goethe, Faust, 1832
BUGÜNLERDE CHP kurmaylarının ya da yüksek yargı bürokrasisinin bazı mümtaz şahsiyetlerinin “türban” konusundaki açıklamalarını her duyduğumda aklıma Abdullah Cevdet’in “Kur’an’ı da, kadını da aç” şiarı geliyor. Bu yaklaşımın Cumhuriyet elitlerinin anlam dünyası üzerinde sanıldığından daha fazla etkili olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet döneminde din, toplumsal ve siyasi içeriğinden soyutlanıp vicdani ve bireysel bir alana hapsedilirken ve kendisine yeni bir format kazandırılmaya çalışılırken ya da kadın, Türk tipi modernleşmenin simgesi olarak yeniden tasarlanırken alttan altta bu şiara referansta bulunuluyor gibidir.
Şerif Mardin’in de dikkatimizi çektiği gibi 1890’lardan itibaren Osmanlı aydınları arasında kendisine yer bulan pozitivist ideoloji, “halkın geleneksel bilgi dağarcığına karşı sabırsız ve tahammülsüz” davrandı. Bu davranış kipi, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar, statükocu güçler arasında egemen bir kalıp olarak varlığını sürdürdü. Toplumdaki cari geleneklere dönük tahammülsüz tavır, aceleci, jakoben, baskıcı ve yasakçı dönüştürme politikalarını beraberinde getirdi. Bu süreci yönlendiren güçlerin başlıca dayanağı, “doğruyu elinde bulundurma” ayrıcalığı idi. Yine Abdullah Cevdet’in dediği gibi din, “avamın ilmi”ydi, oysa havasa “pozitivist bilim” yön veriyordu.
Buradaki pozitivizm, 19. yüzyılın klasik pozitivizmiydi. Bu pozitivizmin özelliği bir yandan materyalist bir karakter arz ederken, diğer yandan güçlü bir mistik yönünün bulunmasıydı. Klasik pozitivizmin kurucu figürü Auguste Comte aynı zamanda “insanlık dini”ni de kuran kişiydi. Geleneksel olana karşı materyalist, modern olana karşı ise mistik bir tarzda yaklaşma tavrı, bizim Cumhuriyet elitlerimiz tarafından tevarüs edildi ve resmî söylemin kurucu unsuru halini aldı.
Cumhuriyet Batılılaşması kendi varlığını iki mekan üzerinde somutlaştırmak istedi: Kadın bedeni ve şehir. Modernleşmeci elitlerimiz her ikisine klasik pozitivist çerçeve dâhilinde yaklaştılar. Kadının geçmişteki toplumsal temsiline bakarken, karşılarına çıkan dinî içerik dolayısıyla onu katı bir dille eleştirdiler; dinin kadını ezdiğini, onun özgürlüğünü ortadan kaldırdığını söylediler. Kadının kendi zihinlerindeki modern versiyonu için ise son derece mistik tasavvurlar ortaya koydular ve Türk kadınını resmederken bu tasavvurlardan hareket ettiler. Söz konusu mistik boyut, kendisini önce modern Türk kadının kıyafetinde gösterdi. Türk kadını Avrupaî tarzda giyinmeli, özgürlüğünü bu tarz giyinerek tescillemeliydi. Aksi, bir tercih meselesi değildi, doğrudan gericiliğin savunusu anlamına gelirdi. Kendilerine milletin efendisi dendiği halde bundan haberleri olmayan köylü kadınlarının kıyafetleri mazur görülebilirdi. Çünkü onlar henüz Aydınlanmamışlardı. Aydınlatmak, laikleştirmek bir ahlaki düstur, bir kutsal vecibeydi Cumhuriyet kadınlarının üzerinde.
Aynısı Cumhuriyet elitlerinin şehir tasavvurları için de geçerliydi. İstanbul habisti, “her bahtı karanın görmek istediği” Ankara ise kutsal. (Bugün CHP’nin ve statükocu güçlerin Ankara ve başörtüsü hassasiyeti bu yönüyle birbiriyle akraba hassasiyetlerdir.)
Velhasıl, Cumhuriyet elitleri bütün pozitivistliklerine rağmen, rasyonel öncüller ekseninde siyaset yapmak yerine kutsallar inşa ederek siyaseti kilitlemeyi tercih ettiler. Ve ne zamanki kutsallaştırılan projeler başarısızlıkla sonuçlansa derhal “rejim tehdit altında” alarmı verildi.
Başörtüsü Yasakları ve Statüko
Başörtüsü yasakları, Türkiye’nin geleceğini doğrudan ilgilendiren, sahici bir meseledir. Bu yasakların Türk siyaset sahnesinde bu denli hararetli bir tartışmanın konusu olması, doğrudan Türkiye’nin geleceğinin nasıl şekillendirileceği ile ilgili bir durumdur.
Türk toplumunun, hayatın hiçbir alanında başörtüsü ile bir sorunu olmadığı açık. Başörtüsü ile sorunu olanlar statükocu güçlerdir. Çünkü başörtüsünün toplumda yaygınlaşması ve buna paralel olarak başörtülülerin kendi içlerinden güçlü elitler çıkarmaya başlamaları, Türk Batılılaşma projesinin güçlü bir ayağını sakatlamıştır.
Türk aydınlanmacı despotizmi, bugün başörtülü kadınların entelektüel zenginliğini, toplumsal dinamizmini açıklamaktan aciz durumda. Çünkü bu yaklaşımın dayandığı pozitivizm, 19. yüzyılın sığ pozitivizmidir ve ortaya çıktığı coğrafyalarda çok güçlü eleştirilerle dayanaksız bırakılmıştır. Ne yazık ki, bayrağına Comte’un ana ilkesi ordem e progresso (düzen ve ilerleme)’yi koyan Brezilya ve ana siyasi güzergahını klasik pozitivizmin önkabulleriyle şekillendiren Türkiye’deki statükocu güçler için bu eleştirilerin bir hükmü yok. Çünkü onlar son derece mistik bir biçimde “büyüklerimizden böyle gördük” demeyi, dünyada olan bitene, Türk toplumundaki dinamizme kulak tıkamayı maharet sayıyorlar.
Oysa statükocu güçlerin ya da statüko yanlısı aydınların artık şunu anlaması gerekiyor. Toplum değişiyor, toplumun dinamizmi devletin, statükocu güçlerin dinamizminin çok ama çok ötesinde. Tek-tipleştirici düzenlemelerin, tek boyutlu vatandaş modelinin, yukarıdan aşağıya modernleştirme siyasetlerinin, halka rağmen halk için politikalarının ve güvenlik merkezli toplum tanımlarının artık karşılığı yok. Bu politikaların dayandığı siyasal ontoloji de artık eskimiş durumda. Önünüzde duran toplum dünden daha melez, daha geçirgen, daha karmaşık ve çok daha eğitimli bir toplum.
Gelin görün ki, meseleyi sadece birtakım zihinsel öncüller arasındaki çelişki ile açıklamak da tek başına yeterli değil. Bir de ortada iktidar kavgası var. Bu kavganın hem ekonomik, hem siyasi hem de toplumsal bir boyutu var. “Tehlikenin farkında mısınız?” nakaratları etrafında rejim tartışması açmak isteyenlerin mevcut siyasi, ekonomik ve toplumsal imtiyazlarına dair ciddi endişe içerisinde olduklarını da unutmamak gerekiyor.
Başörtüsü Yasaklarının Akıbeti Ne Olacak?
Hiç şüphesiz, 28 Şubat sürecinin en trajik sonuçlarından bir tanesi başörtüsü yasakları oldu. Bugün söz konusu sürecin kurucu fikriyatının ne kadar sığ bir havsalaya sahip olduğunu çok küçük bir azınlık dışında herkes teslim ediyorsa da, sürecin mimarlarının topluma dayattığı başörtüsü yasakları hâlâ geçerliliğini koruyor.
En az on yıldır tavizsizce uygulanan başörtüsü yasaklarının muhatabı olan kadınlar, eğitim haklarından mahrum bırakılıyorlar. O nedenle, başörtülü kadınların başlarını açmadan üniversite eğitimlerini sürdürüp sürdürememeleri halihazırda tartışmanın merkezine oturmuş durumda. Devlet adına birileri eğitim hakları engellenen bu insanlardan özür dilemeli ve onların eğitim hakları en kısa zamanda sağlanmalı, bu süreçte okullarından atılanlar tekrar af yoluyla geri alınmalıdır. Fakat bana kalırsa önümüzdeki mesele, başörtülülere eğitim hakkı verilip verilmemesi ile sınırlı bir durum da değil.
Örtünmek, kaynağı her nereden gelirse gelsin bir haktır. Tek kat, iki kat, üç kat, kat kat; her nasıl olursa olsun bir hak. Bu meselenin hem toplumsal hem insani bir boyutu var. Bununla birlikte bu toplum, kahir çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplum. Ve benim bildiğim kadarıyla bu toplum içerisinde başörtüsü denen örtünün İslam’ın bir gerçeği olduğu hususunda bir fikir ayrılığı da yok. Bu yönüyle başörtüsü dinî bir simge değil, dinî bir hakikat. Fakat işin bu kısmı da devleti ya da rejim adına konuştuğunu vehmedenleri ilgilendirecek bir konu değil. Her ne olursa olsun, devlet, vatandaşlarının haklarını başta kendi alanı içerisinde korumak zorundadır. Aksi takdirde niçin kendi vatandaşlarına karşı şiddet kullanma tekelini elinde bulundurduğunu teorik olarak dahi izah edemez.
Dinî ya da başka bir simge ya da hakikat. Fakat, “Başörtüsü dinî bir hakikattir ve her dinî hakikat kadar siyasidir, ondan daha fazla değil” dediğinizde birilerinden şu cevabı işitebilirsiniz: Başörtüsü başka, türban başka. CHP liderinin söylediği gibi: “Bu türbandır, öyle anneannelerimizin, ninelerimizin örttüğü türden başörtüsü değil.” Ne ilginç değil mi? Türbanı önce model olarak önerenler, daha sonra onu mevcut “kötü” örneğin adı yaptılar. İşin daha da ilginci, varlığını geleneğin imhasına adamış bir siyasi hareketin, şimdi kendisini gelenek savunusuna adamış bir görüntü arz etmesi. Fakat bunların yanında yapılması gereken bir başka tespit de, Türkiye’de sistem partisi olarak kendisini yansıtan CHP’nin siyasetin düzeyini sürekli daha aşağı çekmesidir. CHP, kültürden ve toplumdan bağımsız (bihaber demek daha doğru) bir siyaset örgütlediği kadar, ekonomiden (Türkiye İş Bankası) de bağımsız olabilse ne güzel olur.
Dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta, başörtüsü yasaklarının sadece üniversite eğitimi alanında değil, toplumsal hayatın her alanında karşımıza çıkmakta, başörtülü kadınların ayrımcılığa tabi tutulmakta olduğudur. Bu ayrımcılığı körükleyen ve yürüten başlıca aktör ise devlet ve kurumlarıdır.
Unutulmamalıdır ki, devletin temsilcilerinden birisi de hükümettir ve bu mesele çözülmediği sürece AKP de, bu ayrımcı politikaların sürdürülmesinde pay sahibi olacaktır. Türkiye’de siyaset yapanlar ve kendilerini toplumun temsilcileri olarak görenler, başörtüsü yasaklarının Türkiye’nin varoluş problemi ile alakalı olduğunu bilmek durumundadırlar. Mesele, sadece başörtüsü meselesi ile kalmamakta, bir kadın modelinin topluma dayatılması, kör kütük modernleşme politikalarının toplumsal barışı tehdit etmesi boyutlarına varmaktadır. Bu süreçte MHP ve AKP’nin başörtüsü yasağına dair tavırları sadece üniversite eğitimini kapsar ve daha sonra gerçekleşecek ayrımcılıkların yolunu açarsa, o takdirde çok ciddi bir hata yapılmış olur.
Başörtüsü sınavı, Türkiye’nin geleceği hakkında önemli ipuçlarını bünyesinde barındırmaktadır. Türkiye bir tercih yapmak durumundadır: Ya 1930’larda edinilmiş sanal korkularını yaşamaya devam edip gittikçe kendi içine kapanacak ya da özgüven içerisinde, toplumsal barış ortamı inşa ederek kendi gerçek sorunları ile hemhal olacak.
Paylaş
Tavsiye Et