Yönetmen-Senaryo: Nick Love Oyuncular: Sean Bean, Danny Dyer
Yapım: İngiltere, 2007, 90 dk.
Günümüz Londra’sında hukuk sistemi, suçluları neredeyse kendi haline bırakmış durumdadır. Irak’taki görevinden yeni dönen paraşütçü Danny Bryant’ı, ülkesi ve eşi hayal kırıklığına uğratır. Hamile olan eşi, hapishaneye tıkmaya çalıştığı uyuşturucu baronu tarafından öldürülen Savcı
Munroe; nişanlısının yanında iki adam tarafından darp edilen Gene; kendisini hastanelik eden saldırganların serbest bırakıldığını öğrenen Sandy gibi insanları bir araya toplayarak bir ekip oluşturan Bryant, canlarını acıtanlara karşı, amansız bir mücadele başlatır. Ancak medya tarafından efsaneye dönüştürülen bu grubu pek de iç açıcı bir son beklememektedir.
Kanunsuzlar, kanunların yetersiz kaldığı noktada insanın kendi adaletini sağlamaya çalışmasını yani vigilantizmi temel alıyor. Toplumsal problemleri çözmek için girişilen bireysel kahramanlık eylemlerinin sinema aracılığıyla yüceltilmesi aslında Amerikan western filmlerine kadar uzanıyor. Kasabalarını kötü adamlardan temizleyen Vahşi Batı’nın adalet bekçileri yalnız kovboylar, yerlerini 70’li yılarla birlikte modern şehirlerde bol keseden adalet dağıtan anti-kahramanlara bıraktılar (Taksi Şoförü). Bununla birlikte çoğunlukla yakınlarının başına gelen elim bir hadisenin verdiği öfkeyle yaşadıkları şehrin güvenliğini sağlama işini üzerine alan süper kahramanların tümü de vigilante olarak değerlendirilebilir (Batman). Türk sinemasındaki “Bu garib anam için, bu kız kardeşim için” nidalarıyla finalde intikamın zirvesine varan John Waynevari Kara Murat’ları da unutmamak lazım tabii. Adam öldürme hakkını yasalardan değil vicdanlarından alan kahramanların, bireysel adalet arayışlarını erdemli davranışlar olarak sunan bu filmlerin belki farkında olmaksızın yaptıkları önemli şey ise toplumsal ve hukuki sistemdeki sakatlıklara dikkat çekmeleri. Sinemada vigilantizmin sorgulanması ise 80’lerle birlikte başlıyor. Seven, çarpıcı finaliyle bireysel adalet arayışının kimi zaman kötülüğün bizatihi işine yarayabilen bir eylem olabileceğini izleyicinin yüzüne bir tokat gibi çarpıyor.
Toplumu iyileştirme düşüncesinden ziyade bireysel intikam duygularının bir araya getirdiği bir gruba mercek tutan Kanunsuzlar ise, cihatçıları gerekçe göstererek tüm Müslümanları yok etmek istediğini söyleyen karaktere sunduğu cevapla vigilantizmle arasına kısmen mesafe koymaya çalışsa da bu çok göstermelik bir tavırdan ibaret kalıyor. Zira filmdeki şiddet eylemleri o denli yüceltilmiş amaçlar uğruna yapılıyor ki, izleyicinin bunlarla özdeşim kurması oldukça kolaylaşıyor.
Kanuni açıdan yetki sahibi olmayan bireylerin estirdiği şiddet rüzgarları toplumsal alanı da en az sinema kadar etkiliyor. Devlet tarafından da desteklenen örgütlü vigilanteler (ülkemizde iş gören vatansever çeteler gibi) sinemanın kurgusundan azade bizatihi bize dokunan gerçeklikler. Bütün bunlardan geriye ise adaleti sistemle değil Kurtlar Vadisi örneğindeki gibi kendi içinden yarattığı anti-kahramanlarla tanzim eden dev bir mekanizma olan devlet ve İhsan Fazlıoğlu’nun ifadesiyle “devletin ayıklığında uyuyamayan bireyler” kalıyor. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Hayao Miyazaki Yapım: Japonya, 1988, 86 dk.
11 yaşındaki Satsuki ve 4 yaşındaki kardeşi Mei babaları ile birlikte, hastanede yatan annelerine daha yakın olmak için Japonya’nın kırsal kesimindeki eski bir eve taşınırlar. Şehrin telaşından uzakta, orman yaratıklarını keşfeden iki kardeş, annelerinin durumunun kötüleştiği haberini alırlar. Annesinin yanına gitmek için evden tek başına ayrılan küçük Mei’yi bulmak için peşinden giden Satsuki’ye koca göbekli, kaytan bıyıklı orman perisi Totoro yardımcı olacaktır. Olağanüstü ile olağan arasında kurduğu eşsiz ilişki, gündelik hayatta her an rastlayabileceğiniz kadar ‘gerçek’ karakterler ve büyümek zorunda kalan kız çocukları yine anime üstadı Miyazaki’nin temel malzemesini oluşturuyor. Hayallerde büyüyen ağaç, kedi otobüs, evdeki tozları temsil eden kuru-kurularıyla modern bir peri masalı olan Komşum Totoro, her yaştan izleyiciye hitap eden bir ustalık filmi. /Hilal Turan
Tavsiye Et
Yönetmen-Senaryo: Olivier Dahan Oyuncular: Marion Cotillard, Sylvie Testud
Yapım: Fransa/Çek Cumhuriyeti/ İngiltere, 2007, 140 dk.
Kaldırım Serçesi, Edith Piaf’ın 1959’da New York’ta verdiği konserle başlar. Ardından anlatılan biyografik öykü kronolojik olarak devam etmez. Bir anda sanatçının 40’lı yaşlarına geçilir, hemen sonrasında ise 1915’te Piaf Paris’te dünyaya gelir. Sevimli ve kocaman mavi gözleri olan çocuk Piaf, annesinin kendisini terk etmesiyle önce babaannesinin ve ardından babasının yanında büyümeye başlar. Yalnızlığı ve yaşadığı zorluklar onu Aziz Theresa’yla tanıştırır. Hayatının sonraki evrelerinde, başı her sıkıştığında ona sığınır. Sokaklarda şarkı söyleyip para kazandığından ve bedeninin naif yapısından ötürü, kendisini bir kaldırımda şarkı söylerken keşfeden Leplée, ona serçe anlamına gelen Piaf soyadını verir. Şöhretinin doruklarında olan sanatçı albenisi yüksek hayatının dışında üç çocuk babası ve dünya box şampiyonu Marcel Cedan ile yasak bir aşk yaşamaya başlar. Piaf’ın büyük aşk yaşadığı beraberliği talihsiz bir devamlılığın da habercisi olur. 1949 yılında bir uçak kazasında hayatını kaybeden boks şampiyonunun ölümünden sonra Piaf sanki kendi hayatını da teslim eder. Alkole olan düşkünlüğü ve morfin bağımlılığı yüzünden genç yaşına rağmen yaşlı bir insan görünümüne bürünür. Şarkı söyleyemez, yürüyemez ve çok sevdiği örgüsünü öremez durumdayken bile yeniden şarkı söyleyebileceği günleri kovalamaya çalışır.
Piaf’ın kenar mahallelerden meşhur kulüplere yükseliş öyküsünün arabesk çağrışımlara mesafeli yapısı, şüphesiz yönetmenin sıradan bir biyografiden özellikle uzak durmasından kaynaklanıyor. Çocukluğundan ölümüne kadar olan süreç eksik de olsa film Piaf’ın hayatının kırılma noktalarından bir seçme sunmakta. İleri-geri sıçrayarak anlatılan yaşam öyküsü karmaşaya yol açmadan kronolojik bir çizgi takip ediyormuşçasına profesyonelce art arda getirilen karelerden oluşuyor. Sanatçının perdede bu denli yaşanır kılınmasını sağlayan ise Fransız oyuncu Marion Cotillard’ın gösterdiği müthiş performans olmuş. Belville sokakları, ışıklı New York kulüpleri, kasvetli ve karanlık odalar, kullanılan koyu renkler, okyanus kıyısındaki huzur vadeden plaj ise trajik öykünün en sahici unsurları. Bu yüzden Kaldırım Şerçesi, Piaf’ın hayatını anlattığı ölçüde başarılı bir dönem filmi olarak da görülmeli. Bir kadının annesine, babasına, babaannesine, sokakta tanıştığı birisine, âşık olduğu adama ve en çok kendine rağmen direnişinin öyküsü Kaldırım Serçesi. Genç yaşında yaşlanmışlığın ve tükenmenin öyküsü. Bu yüzden sahiciliğinin altında ezen bir film. Bohem gidişatın nefesleri Edith Piaf’ın efsanevi sesi ile filme eşlik ettiği dakikalar. Yorgun bedenine rağmen şarkı söylerken büründüğü sahicilik çektiği acıların Piaf üzerindeki en somut şeklidir belki de. / Esra Bulut
Tavsiye Et