İran Basını Cumhurî-i İslami
Çeviri: Hakkı Uygur
15 Ocak 2008 Başyazı
Dünyanın en güçlü ülkesinin başkanı olarak iç ve dış politikalarında yalnızca başarısızlıklarla karşılaşan, birçok siyasetçi ve toplum tarafından savaş suçlusu olarak yargılanması istenen ve Ortadoğu’daki bütün girişimleri birbiri ardına yenilgiye uğrayan bir kimseden herhalde ancak böyle tehdit, hakaret ve öfke dolu sözler beklenebilirdi. Bunlar, oğul Bush’un zaaflarını ve başarısızlıklarını örtmek için Ortadoğu gezisi sırasında başvuracağı tahmin edilen yöntemlerdi.
ABD Başkanı George W. Bush, 13 Ocak’ta Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)’nin başkenti Abu Dabi’de yaptığı konuşmasında, İran İslam Cumhuriyeti’nin bölgenin ve dünyanın güvenlik ve istikrarını tehlikeye attığını, bu nedenle bu ülkeye karşı konulması gerektiğini ileri sürerek İran halkına yönelik bazı cümleler sarf etti: “Bir gün İran’da hak ve özgürlüklere saygı gösteren bir rejim işbaşına gelecek ve o gün Tahran uluslararası topluma katılacaktır; bilin ki o gün Amerika’dan daha iyi bir dostunuz olmayacak.”
Oğul Bush bu konuşmasında özgürlük ve demokrasinin kriterlerini Ürdün, Bahreyn ve Yemen gibi ABD müttefiki ülkelerde aradı. Oysa Amerikan yanlısı liderlere sahip bu ülkelerdeki seçimlerin tamamen göstermelik olduğu ve muhalefet gruplarının seçimleri boykot ettiği biliniyor. Bush geçtiğimiz günlerde de bölgeyle ilgili bazı beyanatlarda bulundu. Bu beyanatlar kendisinin Lübnan, Filistin, Suriye, Irak ve Afganistan’daki başarısızlıklarından kaynaklanan moral bozukluklarını ortaya koyuyor. Bush’un Irak’ta on yıl daha kalacaklarını belirten açıklaması ve bu gezi esnasında İsrail’deki işgalci rejime verdiği tartışmasız destek ise Arap toplumlarının tepkisini çekti.
Oğul Bush’un İran’a diş ve pençelerini göstermesiyle ilgili de birkaç hususa değinmek faydalı olacak: İlk olarak Bush, başkanlığı sırasında İran İslam Cumhuriyeti rejimini dize getirme yönünde kesin kararlı olmasına rağmen, görevinin son yılı içinde bu kararını hayata geçirememenin üzüntüsünü yaşıyor. Başta Bush’un kendisi olmak üzere bütün Cumhuriyetçiler, İran’ın İslami rejimine darbe vurmak bir yana onun eskisinden çok daha güçlü olduğunu biliyorlar.
İkinci olarak nükleer teknoloji hususunda başlangıçta Bush ve ekibi, İran’ı teslim almak için bu konuyu iyi bir araç olarak görmelerine rağmen, şu andaki süreç onların tasavvurunun tam tersi bir yönde ilerliyor. Zira dünya kamuoyu nükleer teknolojiye ulaşan İran’ın bu alandaki hakkını resmen kabul etti; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, İran ile olan yasal işbirliğinin kapsamını genişletti; Bush hükümeti bu konuda da yalnız kaldı ve her zamankinden daha güçsüz duruma düştü. İran’ın bu alandaki zaferi, Bush ve adamları için tam bir kabus.
Üçüncü olarak İran’ın bölgedeki nüfuzu Amerikan komplolarını etkisiz hale getiriyor; Bush ve çevresinin planlarını yenilgiye uğratıyor. Her ne kadar Amerikalı ve İsrailli yetkililer, İran’ı Filistinli ve Lübnanlı gruplar ile bölgede ABD ve İsrail karşıtı diğer oluşumlara mali ve askerî yardım yapmakla suçlasalar da, İslam Devrimi’nin zafere ulaşmasıyla birlikte bölge halklarında kapsamlı bir uyanış ve silkinme meydana geldiği gerçeğini inkar edemezler. Bu bilinçlenme, bölgedeki ABD ve İsrail planlarını etkisizleştiriyor. Bu uyanıştaki en büyük etken ise İranlı yetkililerin emperyalizm ve sömürgecilik karşıtı tutumlarını korumaları. ABD’nin İran karşısında kendisini zayıf hissetmesindeki temel nedenlerden birisi de bu.
Dördüncü olarak ABD’nin yaygın propagandasına rağmen İran halkı bütün platformlarda İslam Cumhuriyeti rejiminin yetkililerini destekliyor. Bu destek Amerikalı yetkililerin İran karşıtı açıklamaları sayesinde her geçen gün artıyor ve İslami rejim giderek güçleniyor. Oğul Bush’un Abu Dabi’deki açıklamaları, bu yıl da İran halkının 11 Şubat’taki mitinglere ve 15 Mart’taki Meclis seçimlerine katılmasında önemli bir etken olacaktır. Bu, Amerikalı yetkililerin ne yazık ki asla anlamadıkları ve Bush ile adamlarının farkında olmadıkları bir gerçek.
Arap emirliklerinin yöneticileri de şu ciddi uyarıya kulak asmalılar ki; Büyük Şeytan’ın İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı hakaretlerde bulunmasına izin vermenin bir maliyeti vardır ve kendileri bu bedeli ödeyeceklerdir. BAE Şeyhi’nin, Bush’un bölge milletleri aleyhine başlattığı savaşları ve Afganistan ile Irak’ta işlediği cinayetleri dikkate almaksızın kendisine kılıç vermesi ve bir milyon dolarlık hediye sunması, Şeyh’in bölgenin gerçeklerinden ne kadar uzak ve Arap halklarının Bush’a karşı duydukları nefretten ne kadar habersiz olduğunu gösteriyor. Bu gaflet ya da bilmezlikten gelme, BAE Şeyhi’ne pahalıya mal olacaktır.
Tavsiye Et
İngiliz Basını The Times
Çeviri: Burcu Anatay
21 Ocak 2008 William Rees-Mogg
İngiltere Başbakanı Gordon Brown tarafından 10 Ocak’ta imzalanan (AB’nin reformuna yönelik) Lizbon Antlaşması’nın onaylanma süreci, Avam Kamarası’nda başladı. Avrupa ulus-devletlerinden Avrupa kurumlarına, ulusal demokrasiden ulus-üstü bürokrasiye doğru önemli bir anayasal yetki transferi içerdiği için bu antlaşmaya karşıyım. Sadece son genel seçimlerde İşçi Partili, Muhafazakâr ve Liberal Demokrat siyasetçilerin bu yönde söz vermiş olmalarından dolayı değil, büyük bir anayasal değişikliği onaylamanın ya da reddetmenin en iyi yolu bu olduğu için de referandum yapılmasından yanayım. Zira kendi kendilerini yönetme yetkisi devredileceği zaman halka danışılması gerekir.
Dışişleri Bakanı David Miliband, reform antlaşmasının, İngiltere’nin sesini Avrupa’da daha güçlü duyurmasını sağladığını ifade etti. Oysa gerçek bunun tam tersiymiş gibi görünüyor. Zira bu antlaşma, demokratik açıdan hesap sorulamayan Avrupa kurumlarına önemli ilave yetkiler verirken, Avrupa ulus-devletlerine herhangi bir yetki devretmemesi nedeniyle rafa kaldırılan orijinal anayasa antlaşmasının (AB Anayasası) yolunu izliyor. Orijinal anayasa antlaşması, Avrupa’nın demokrasi açığını azaltmak için tasarlanmıştı. Lizbon Antlaşması ise yetkileri ulus-devletlerden ve onların seçmenlerinin elinden alarak tam tersini gerçekleştirdi. Bu antlaşma liberal demokratik Avrupa düşüncesi için bir yenilgidir; İngiliz Liberal Demokratlar’ın bunun en hevesli destekçileri arasında olmaları da şaşırtıcıdır.
Lizbon Antlaşması’na öncülük eden orijinal anayasa üzerine yapılan Avrupa müzakereleri, -İngiltere, Fransa ve Hollanda halklarının istekleri hilafına- Brüksel federalistleri tarafından sabote edilmişti. Ancak müzakereleri sabote eden federalistler daha sonra Avrupa-üstü bir anayasa düşüncesinin hiç mi hiç benimsenmediğini gördüler. Avrupa’da artık yeni referandumlarla yüzleşemezlerdi; çünkü bunları da kaybedeceklerdi. Özellikle de İngiltere’de bir referandumu göze alamadılar. Zira İngiliz seçmenler, Avrupalı federalist bürokrasiye daha fazla yetki devretmek bir yana, verdiklerinin bir kısmını da geri almak istiyorlardı.
Bu yüzden de Lizbon Antlaşması müzakereleri, başından beri referandumlara duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmak üzere tasarlandı. Doğal olarak da bu el altından yürütülen süreç, İngiltere’nin bir referanduma gitmesini engellemek için şekillendi. İşçi Partisi hükümeti de, yakışıksız bir seçim taahhüdünü yerine getirme ihtiyacının doğmasının önüne geçmek suretiyle operasyonun ortak suikastçısı oldu. Son resmî kararı, yeni bir antlaşma yapmayı kabul etmek olan eski Başbakan Tony Blair de şüphesiz plana dâhildi. Başlangıçtaki kısmi gönülsüzlük şovundan sonra Blair’in halefi Brown da bu aldatıcı kurnazlığı kabul etti.
Bir referandum, bir genel seçimden daha kolay ve açık olacaktır. Ne de olsa bu, her üç partinin de son genel seçimlerde söz verdiği bir şeydi. Hükümetin bunu reddetmesi hiç de onurlu olmaz. Avam Kamarası’nın çoğunluğu İşçi Partisi milletvekillerinden oluşan özel kurulları, referanduma götürülmesi reddedilen Lizbon Antlaşması’nın, referanduma götürülmesi sözü verilen orijinal anayasa antlaşması ile tamamen aynı olduğunu gördüler. Ancak şu an için Muhafazakar Parti, verdiği taahhüde saygı göstermeye çalışan tek parti konumunda.
Söz verilen referandum gerçekleştirilmeksizin bu antlaşmanın onaylanmasının uzun dönemde nasıl bir etkisinin olacağını bilmiyorum. Fakat siyaseti çirkinleştireceğinden eminim. Büyük bir öfke duyan, kendini ihanete uğramış hisseden çok sayıda Euroseptik (AB’ye kuşkuyla yaklaşan) var. Referandum yapılmaması halinde seçmenler, siyasetçiler hakkında daha olumsuz bir yaklaşım geliştirecekler ve belki de onların tümünü güvenilmez bulacaklar.
Referandum sözü vermek ve sonra da bunu reddetmek, hem Başbakan Brown hem de Liberal Demokrat Parti’nin lideri Nick Clegg açısından en tehlikeli siyasettir. Zira sözünü tutmamak kötüdür; bununla bilinir hale gelmek ise daha da kötüdür.
Tavsiye Et